Tren garı meczubu
Peronların olduğu bölüme doğru yürüyen lacivert fularlı, fötr şapkalı, ince uzun rugan ayakkabılı, altmışlı yaşlardaki bey, gar’daki büfecinin ve kapıdaki güvenlik görevlilerin umursamazlığından buranın mutat sakini olduğu belli meczuba para uzattı. Meczup parayı alırken “Bey olmak, yabancısı olduğun bir ülkenin sokaklarında gezer gibi gezmek, tanımadığın bir insanla trende yan yana rast gelip o’nu dinlemek… Yahut bir sokak hemşeriliği hatırına üç aşağı beş yukarı derken dört koldan sarılmak mıdır sözün şehvetine? Hatta kaçamak yapıp şimendiferin üzerinde asılı duran gök ile yer arasındaki aziz hatıralara?” deyiverdi. Fularlı adamın şaşırmasını bekliyordu onları izleyen büfeci. Büfecinin tahmin ettiği gibi olmadı. “Çok zarifsin bayım” dedi meczuba lacivert fularlı adam. “Sana da ancak bu letafet yakışırdı, tren garının bu nadide makamında!” diye devam etti.
Sağ eliyle parayı alnına vurup sol kolunu beline doladı, dizlerini kırarak selam verdi meczup ve “Her gün emekle sermayenin, sermaye ile sermayenin, emekle emeğin kıyasıya ve kıy-mayasıya mukavim olduğu bir diyalektik bu kapının kanatları beyim! Gar kapısı! Terk edilmiş köyleri gezmeye giden turistler de buradan geçiyor, köylerini terk edip ekmek derdine düşen yiğitler de!
Çöle yağmur yağıyor, vaha’da kuraklıktan kuşlar ölüyor! Menzile varmak için yolcuya yoldan çıkmak da düşüyor bazen! Vagonların üzerinde bir yığın ruh! Gök çekimi, yer çekiminden büyük olduğundan mıdır bilmem, araf köprüsünde moment sağlıyorlar. Yahut hastane civarında, devrilen hikâyelerin altında kalıp şuursuz gezinenlere ev oluyor belki bir kaldırım ve dahi burada trenden indiği gibi kaldırımlara koşuyor erkekler, bazen de kadınlar! Muhkem olana teessüf ederim ki, günün kerat vaktinde televizyonlara dinamit döşeyerek aileyi katletmek töre olmuşsa, hiçbir çocuğun suçu yok, olan tüm suçlarda! Sözgelimi Paris’in nesi meşhurdur? Bence Cezayir dolması. Peki New York’un ne’si meşhurdur? Ortadoğu’su! Madrid’in Frenç koffisi! Yani Afrika’nın, kendi namından bihaber kara kahvesi! Topuyla tüfeğiyle televizyonuyla internetiyle dergisi kitabı radyosu vıttı vızık bilmem ne’si ile saldırıyorlar yürüyen, ayakta duran, oturan, para harcayan cesetleri öldürmek için!”
Lacivert fularlı adam duraksadı bu kez. “Ne dedin sen? İlk önce ne dedin bayım? Yabancısı olduğun bir ülkenin sokaklarında gezmek… mi demiştin?”
“Ya, öyle dedim herhalde. Ben ne dediğimi biliyor muyum? Lutfettin para verdin beyim. Dans edemem, alafranga komik gelir, beceremem! Ben de alaturka yapayım diye düşündüm. Hem hayalin gerçek olsun; Paris metrosunda olmasak da evropa romanlarındaki gibi tren garında bir entel meczup rolü keseyim dedim, fena mı? Meczubun bile alaturkası alafrangası var desene!“ diye gevrek bir gülümseme bıraktı yaydığı ağzından.
Lacivert fularlı adam incinmiş bir hâlde ve öyle bir ses tonuyla “Rica ederim, parayı bana hizmet et diye vermedim. Tamam namaz kılmıyorum. Oruç bazen tutuyorum, sıhhat için iyi geliyor. Kalbim temiz. Allah’ımı seviyorum. İyi bir insanım. Ayrıca alafranga olmaktan şiddetle gurur duyarım! Bu komplekslerinizi atınız lütfen! Her hâlinden belli; açsın, kim bilir nerede kalıyorsun! Destek olmak istedim, fena mı?” dedi ve bileğindeki afili saate baktı: “Kahretsin! Geveze serseri! Gördün mü! Lafa tuttun beni! Treni kaçırıyorum! Ah bu kafam! Ne zaman bırakacaksın bu ayak takımıyla oyalanma alışkanlığını!” diye öfkeyle ve koşar adımlarla gar binasının içine yürüdü.
Meczup ardından bağırdı: “Ulan senin de bizim eski mahalledeki, çocukluğumuzun Kel Şerbetçisi Latif amcanın oğlu olmadığını bilsem alafranga olduğuna neredeyse ben bile inanırım da! Biz okuduk meczup olduk, sen mahalle değiştirip rugan giydin, ‘bey’ oldun işte…”