Toplumcu gerçekçi
Toplumcu gerçekçilik anlayışına göre şair ve yazar, toplumuna karşı sorumludur. Nazım Hikmet, toplumcu sanata dair fikirlerini açıklarken, "kara toprağın tesirinden kurtulup havada yaşamak kimseye nasip olmamıştır "der. Şairin içinde bulunduğu gerçekliğe atıf yapar.
Türkiye, İkinci Dünya savaşına fiili olarak katılmamış olsa da başta ekonomik ve sosyal anlamda olmak üzere pek çok alanda savaşın sarsıcı/yıkıcı etkisi altında zorlu bir süreci geçirdi.
1946 yılında tek partili dönemin sona ermesiyle birlikte ülkede hem siyasal hayatta hem de ekonomik kalkınma hareketleriyle birlikte gündelik hayatta ciddi değişimler meydana geldi. Tarımda makineleşmenin sonucu olarak kırsaldaki nüfusun hızla şehirlere göç etmesiyle yeni bir sosyal tabaka oluştu. Bu durum, kentlerdeki yoğunluğun artmasına karşın henüz sanayileşme sürecini tamamlamamış olan Türkiye'de yeterli iş imkânının bulunmaması nedeniyle nüfusun büyük çoğunluğunda geçim sıkıntısına neden oldu. Türkiye'nin ekonomik ve siyasal yapısı 1950'lerden sonra çok ciddi bir değişime uğradı. Bu değişimin asıl nedeni, İkinci Dünya savaşı sonrası bütün dünyayı etkisi altına alan değişim/dönüşüm rüzgarının Türkiye'ye yansımasıydı.
Berna Moran'a göre toplumcu gerçekçilik, devletin resmî sanat görüşü olarak önce Rusya'da ortaya çıkan ve ana ilkeleri, 1934'te toplanan Sovyet Yazarlar Birliği'nin Birinci Kongresi'nde saptanan bir sanat ve edebiyat akımıdır.
ABD'nin ekonomik modelinin izlendiği, demokrasiye geçildiği, sermaye piyasasının önünün açıldığı bir dönem. Özellikle ekonomik, sosyal ve kültürel anlamda hızla batılılaşan Türkiye, Demokrat Parti'nin kararıyla, Kore'ye asker gönderiyor ve NATO'ya üye oluyordu. Köylünün şehir hayatında tutunamaması, onun kent insanıyla arasındaki hem ekonomik hem de kültürel uyumsuzluğun bir sonucu olarak açıklanabilir. Gündelik işlerde çalışarak yaşamını idame etmeye çabalayan köylü ile kent insanı arasındaki bu ekonomik fark toplumsal bir çatışmaya dönüşür. İşte böyle bir siyasi ve sosyolojik ortamda edebiyatımızda temelleri atılan "toplumcu gerçekçilik" akımının önemi elbette ki büyük olacaktır. Berna Moran'a göre toplumcu gerçekçilik, devletin resmî sanat görüşü olarak önce Rusya'da ortaya çıkan ve ana ilkeleri, 1934'te toplanan Sovyet Yazarlar Birliği'nin Birinci Kongresi'nde saptanan bir sanat ve edebiyat akımıdır. Estetik bir sistem hâlinde kurulmamış, kongrede tespit edilen ilkelerin zamanla geliştirilmesiyle sistemleşmiştir. Sanatın ne olduğu sorusundan çok ne olması gerektiği sorusuna cevap veren bir akımdır.
Edebiyatta "toplumcu gerçekçilik" görüşü, toplumsal meseleleri sanatçı gözünden yine topluma yansıtma ilkesiyle anlam kazanan bir edebi akımı ifade eder. Nazım Hikmet'ten sonra toplumcu şiirin en önemli temsilcisi olarak dikkat çeken Attila İlhan da toplumcu gerçekçiliği en genel anlamda "doğru bir tarih şuuru içinde, toplumca batılı, gerçekçi, aydınlık bir estetik üzerine oturtulmuş, milli bir sanat kurma çabası taşıyan bir yöntem, bir görüş açısı'' sözleriyle tanımlar.
Toplumcu gerçekçilik anlayışı neye karşı geldi?
1940-1960 döneminde Türkiye'de yaşanan ve toplumsal hayatı olumsuz etkileyen yukarıda teferruatıyla anlattığımız birçok sorunun şiirde yer bulması kaçınılmaz olmuştur.
Toplumcu yazarların öncülüğünde sosyal meselelerin şiire dahil olması da yine bu dönemde gerçekleşmiştir. Türk şiirinde, sıradan insanın günlük yaşantısını, bireysel problemlerini ve küçük de olsa toplumu ilgilendiren sorunları işleyerek yeni bir dönem başlatan Garip akımının hemen yanında duran ve hatta diyebiliriz ki Garip şiirinin kurmaya çalıştığı şiiri daha ileri götüren Nazım Hikmet'le başlatılmış toplumcu/gerçekçi görüş, 1940 sonrası daha güçlü bir şiir akımının kurulmasına olanak sağlamıştır.
- Türk şiirinde çok önemli bir yerde duran ve Türk şiirinde her dönem etki alanı büyük bir akım olarak karşımıza çıkan "toplumcu/gerçekçi sanat anlayışı", 1940-1960 yılları arasında şiir, hikâye, tiyatro ve roman gibi edebi türlerin tamamına yakınında eser üretmiş ve karşılığını bulmuştur.
Sanatçının fikri gelişiminin, tarihi ve toplumla müşterek bir süreç dahilinde kurulduğunu/oluştuğunu ileri süren toplumcu gerçekçi anlayış, sanatçının eserlerini de toplumsal ürün olarak değerlendirmektedir.
Bu topraklarda yetişen şairin topluma yabancılaşması onu sadece toplumdan uzaklaştırmaz aynı zamanda yazdığı şiirin etki alanını da kısıtlar.
Bu düşünceye göre şair ve yazar, içinde yetiştiği ve kendini oluşturduğu topluma karşı sorumludur ve toplumsal sorunları dile getirmek zorundadır. Bu vazifeyi üstlenerek eserlerini topluma takdim eden şair ve yazarlar, ülkenin içinde bulunduğu türlü sorunları; eşitsizlik, adalet arayışı, sosyoekonomik sıkıntılar, siyasi gerilimler ve kalkınmanın önünde duran diğer meseleleri dert ederek, türlü tatbiklere karşı durarak kendi sanat mücadelesini sürdürür. Nazım Hikmet, toplumcu sanata dair fikirlerini açıklarken, kara toprağın tesirinden kurtulup havada yaşamak kimseye nasip olmamıştır der. Nazım Hikmet, eserle toplum arasında kurduğu ilişkiyi de, "Madem ki her eser muayyen bir insanın eseridir. Ve madem ki her insan muayyen bir içtimai ve iktisadi ve harsi (kültürel) muhitin içindedir. O muhitle müspet veya menfi münasebettedir. Bu hâlde her eser kendini yazanın muhitini, o muhitle olan münasebetlerini ister istemez ifade eder. İşte muhtelif muharrirlerin herhangi bir ruhi, içtimai hadiseyi muhtelif surette aksettirmelerinin sebebi budur.
Muharrir herhangi bir hadise karşısında tam manası ile bitaraf, afakî olamaz." sözleriyle ifade ediyor. Böylece bizler, İkinci Dünya savaşı sonrası değişen güncel siyasetin ve ekonomik koşulların etkisi altındaki Türkiye'de sanatın ve özellikle şiirin ne denli rol aldığını görmüş oluyoruz.
Modern devlet insan odaklı değil sermaye odaklıdır. Türkiye'de demokrasinin gelişiyle birlikte sosyoekonomik anlamda hızla değişen yaşam koşulları ve devlet politikaları Türk şiirinin seyrini de etkilemiştir. Türk toplumunda aşık/şair kendisinden söz beklenen kişidir. Bu açıdan bakıldığında, bu topraklarda yetişen şairin topluma yabancılaşması onu sadece toplumdan uzaklaştırmaz aynı zamanda yazdığı şiirin etki alanını da kısıtlar. Şair, toplumun ve devletin girdiği yolları veya çıkmaz yolları önceden sezinleyerek kendine çoğu zaman korunaksız ama doğru bir yer tutar. Bu yer şiirin kendisidir.