Tekinsizliğin açtığı özgürlük yolu
Verili hayatın içinde Nietzsche’nin sert yargısıyla söylersek, insan yürürken bile zincirleriyle yürüyor; hamdolsun kapitalistler zincirlerimizi seçme özgürlüğü tanıyor! Seçme hürriyeti kişiye göreli özne alanı sunuyor görünse de yine Nietzsche’nin dediği gibi etkinliğimizi artırmadan, yaşamımıza bir şeyler katmadan bize yalnız bilgi veren bir dünyada, sistemde yaşıyoruz.
Hayatın bir amacı olup olmadığını öğrenene kadar bu dünyadan göçüyor insanoğlu. Siyasetin bir amacı olup olmadığını tecrübe edene kadar vezir ya da rezil oluyor… Düşünmenin ve yazmanın bir amacını bulana kadar hayatı kaçırıyor kişi… Amaca göre yaşama diyalektiği bizlere doğduğumuzdan itibaren ailemizin, devletin, toplumun dayattığı temel ilkeler arasında. Amaçsızca bir eylemde bulunamaz mıyız? Hayır. Bir çiçeği koklarken, ormanın tenhasına inerken, severken, çalışırken, eğlenirken, çılgınlık yaparken, hiçbir şey yapmazken, namaz kılarken bir gaye etrafında dolanırız. Asgari çıkarı düşünmeden yapılabilecek saf eylem ve saf düşünce “bu dünyaya” uygun değil.
Sadece simgesel alanda bize dayatılan, kulağımıza fısıldanan, imkânsızlığı gösterilen yaşama stillerine karşı gayesiz yaşam düşünülemez. Hayatın, dünyanın bir gaye uğruna yaratıldığına iman ediyoruz; Hakkın varlığını ve tevhidi belirginleştirmek için dünyadayız; sürekli sapan hakikat ibresini sabitlemeye çalışıyoruz. İbn Arabi o yüzden “Senin varlığın Hakkın varlığıdır. Çünkü Allah her şeyi Hak ile yarattı” der Fütuhat’ında… “Varlıkta, yalnızca Allah var.” da der ayrıca… Fakat öyle bir dünyada yaşıyoruz ki sözleşmelerden, senetlerden, teminatlardan, kefillerden, vasilerden, yükümlülüklerden, proje merkezli hayatlardan başımızı kaldırıp varlıktaki Hakk’ı idrak edemiyoruz. Kapitalizmin sürekli yenilenen ve seçmece özgürlüğü etrafında sürükleniyor varlığımız.
ZİNCİRLERİMİZİ SEÇEREK ÖZGÜRLEŞİR MİYİZ?
Akışkan bir hayata değil sürüklenen bir hayata sahibiz. Piyasada, fikir hayatında, edebiyatta “kendin ol”; “bilgisayarını seç”, “partini seç”, “arabanı seç”, “diyetisyenini seç”, “doktorunu seç”, “yazarını seç” propagandası arasında kişi “varlığını” seçemiyor, daha doğrusu seçkinleştiremiyor, seçici kılamıyor… Verili hayatın içinde Nietzsche’nin sert yargısıyla söylersek, insan yürürken bile zincirleriyle yürüyor; hamdolsun kapitalistler zincirlerimizi seçme özgürlüğü tanıyor! Seçme hürriyeti kişiye göreli özne alanı sunuyor görünse de yine Nietzsche’nin dediği gibi etkinliğimizi artırmadan, yaşamımıza bir şeyler katmadan bize yalnız bilgi veren bir dünyada, sistemde yaşıyoruz. Bilgi edinme hürriyetimiz var hamdolsun; tabii sistemin sırrını, devletin sırrını, ailenin sırrını, hayatın sırrını istemediğimiz sürece! İnsanın her şeyi yapabilecek kadar bağsız olması, hürriyetine kavuşması ancak her şeyi kaybetmesiyle mümkün! Kişinin angajmanları, ayak bağları, gönül bağları, akli bağları, aile bağları “her şeyi” yapmasını engeller.
Her şeyden kastımızın ne olduğunu bilemiyoruz henüz, her şeyi düşünebilecek erdem ve akli yeterliliği tecrübe edemedi insanoğlu. Marx bireyin dıştan gelen baskıyla tahdit uygulanmadan, sınırlanmadan kendi hedeflerini gerçekleştirebilmesini özgürlük sayar. Buna elbette ilahi olanı da katar MarX… Žižek’in özgürlüğün şartını mutlaktan kopuşa bağlaması gibi… Numenlerin ya da fenomenlerin dünyasında karşımıza mekanizmalar çıkıyorsa kişinin varoluşunu dengeleyebilecek aklî ve iradî yetkinliğe ulaşması gerekir. Dolaylı bir hayat yaşıyoruz; doğrudanlığın sahih varlığına temas edemedik, dolaysızlığın sahiciliğini de deneyimlerimizde gösteremedik. Doğal olanı açığa çıkarabilecek zihni olgunluğa kapitalist dünya sisteminin düzenekleri engel oluyor; küresel kültür bize hayatımızdakileri yenileme dürtüsü ekleyerek natürele ulaşmamızın önüne setler çekiyor.
Hâliyle sadece algılayıp o ortamda yaşamadan bahsetmiyoruz; insan demek varoluş ortaya koymak demek. Bir şeyi yapmak aynı zamanda yeni kapılar, yeni imkânlar, yeni oluşlar… yani bir nefes alma fırsatı sağlamak manasına gelir. Atmosferimizi yenileyecek hareketleri kendi kendimize kısıtlamamız gerekiyor bu dünyada. Önümüze konanı elimizin tersiyle itme cesaretini gösteremiyoruz; varoluş, oluşa gelme biraz da cesareti koyultma demek. Biz miladın 2000. yıllarında sahip olma açlığını doyurmaktan, “olma” aşkını tatmaya fırsat bulamıyoruz. Sahip olma kavgası vermekten bir varlık seçmeye kifayet edebilecek idrak seviyesine de ulaşamıyoruz. Çünkü dünyada sahip olunacak o kadar çok şey var ki… Para, kariyer, yeni araba, yeni ev, yeni yerleri keşfetme, yeni etkinlikler…
ÖLÇÜ İNSANI İNSAN ÖLÇÜYÜ KAYBETTİ
Görünenlerin dünyasında görüntülerin bir başkasında vuku bulmasını kıskanmakla geçiyor insanın hayatı. Kötünün, fenanın, beterin bir başkasında bulunmasından, kendimizden uzaklaşmasından mutluluk duymuyoruz tam tersine onu bile elde etme yarışına giriyoruz. Bu ister istemez Adorno’nun hürriyeti biriktirmeye değil biriktirmeye ihtiyaç duymamaya bağlayan anlayışına da zıt! Sadece Adorno’nun mu?.. Bir Müslüman rızkından emin olmak zorunda, çünkü insanın sahibi Yaradan ona rızkını temin imkânı sunar. Öyle bir döneme denk geldik ki rızkı Allah’tan değil kendimiz gibi bir damla kana muhtaç muadillerimizden bekliyoruz!
İnsanın her şeyi yapabilecek kadar bağsız olması, hürriyetine kavuşması ancak her şeyi kaybetmesiyle mümkün!
Sahip olma ve metaı, yaşam kaynaklarını sıradan kullardan istediğimiz ve beklediğimiz için de angajmanların içinde, gönüllü kölelikle var kalıyoruz. Sadece özgürlük-kölelik dikotomisi mi? Hayır kriter, prensip, mizan olarak insanı da! Dünyada kendi referans kaynakları itibarıyla değer ölçüsünü var olanlar içinde yalnız insan belirleyebilir. Neyin iyi ya da kötü olduğunun kıstası insan iken artık angajmanlar, beklentiler, sahip olma dürtüsü nedeniyle insan mizan değil, pasif nesne hâline gelmiş durumda. Herbert Marcuse kendimizden utanmamayı yapabilme, sahiplik güdüsünün saiki kılar. İnsanın hele ki biz Müslümanların içinden artık modern dönemde ateş çıkmıyor, yıldırımlar susmuş, volkanlar pusmuş durumda…
İnsanın ateşini çaldı kapitalizm. Beklerdik ki Türkiye’de bizi bugünlere getiren biz Türklerin tekinsiz karakterinden, küfre rıza göstermeyen asiliğinden yeni volkanlar patlasın! İnsan eyleyen varlıktır. Biz Türkler eylemle, hareketle, icraatla, somutla varız, var olabiliriz. Somutu kuracak ateş biz Türklerin içinde de söndü. Müslüman havsalamız “nefes alabiliyorsak mümkün” ilkesini ters yüz etti. Nefes almayı zül kabul edecek bir idraksizlik içinde, bize tanınan hakları kabul, bizi sınırlandıran çizgileri hakikat görüyoruz. Hâlbuki Müslüman Allah’tan gayrısının çizgilerini, hadlerini, hudutlarını reddeder. Biz Türkler Allah’ın hududu içinde kaldığımız müddetçe içimizdeki ateşi yakabilecek özgürlüğe sahip olduğumuzun bilincinde yaşarız.
Hududullahı aşan her eylem bizi köleliğe götürür; hududullah ancak kula kulluk, Yaradan’a isyan edilerek aşılır çünkü! Oysa Allah özgürlüğün ve özerkliğin kaynağı, menşeidir. Alman idealistleri, Fichte kişinin kendini belirlemesiyle yabancılar tarafından yönlendirilmesinin önüne geçeceğini ifade eder. Buna biz hududullahı eklemek mecburiyetindeyiz bir Müslüman olarak… Hududullahın çerçevesinde kendimizi belirlediğimizde yabancı tesirlerden de kurtuluruz aslında. Buna Hegelyen mantıktaki “İnsanın eylemleriyle kendi çıkarlarını temin edebileceği” yargısını da ekleyebiliriz.
ÖZGÜRLÜK İNŞA ETMEKTİR
Her gün küresel kapitalizmin, Türkiye’deki tekellerin, aracıların, ortakçıların, vesayetçilerin yeni yollar bulduğunu görerek uyanıyor, hayata başlıyor, güneş ışıklarını selamlıyoruz. Ne yapsak kendimize gelmemize izin vermeyen bir yenilikle karşılaşıyoruz. Modernitenin ve esasında bakılırsa ondan önce klasik çağın, erk sahiplerinin beklentisidir, “düşünme itaat et”… Fakat bizi her sabah uyandığımızda bir yenilikle şaşırtan kapitalistler Kant’ın sözünü dinler; “düşün ama itaat et”… Hatta düşün, inan, güven, dua et ama itaat de et! Bir farkındalık durumuyla karşı karşıyayız, bir bilinçlilik vaziyetiyle de… Sorumluluklarının sonuçlarına katlanabilecek dirayeti de gösterebilmeli kişi. Göstergelerin arasında sorumluluk alacak alanlar azaldığı için hürriyeti konuşmaya sıra gelmiyor; bu, sonuçlarına her an katlandığımız baskılar ve yükler getiriyor.
Özgürlük; güvenlik, huzur, itimat etmek, itimat edecek birilerini aramak, sırtını yaslayacağı bir erk beklemek, kendini kendinden daha çok düşünen vasiler bulmak, hürriyeti değil, sağlam bir kapıyı düşünmek, aramak olarak anlaşılıyor. İtaat etmek inşa etmekten kolay, zahmetsiz, sorunsuz ve mesuliyetsiz. İnsanın kolaya, zahmetsize meyli yükü yüklenmeye eğiliminden fazladır. Açıkçası insan pişmiş armuda hayır dememeye, hele ki kaynağını hiç sormamaya odaklanmıştır; “armut piş ağzıma düş” ile “üzümünü ye bağını sorma” arasında salınan bir zihniyeti, varoluş biçimini, felsefeyi anlatır. Dünya ağza pişmiş düşen armutlarla, menşei bilinmeyen, sorgulanmayan üzümlerle değişmez, yeniden kurulmaz. Tam tersine Hakk’a dayanmayan, gayrı meşru yol, yöntem ve içeriklerle yeni bir dünya inşa edilmez, varoluş geliştirilmez, hürriyete kavuşulmaz…
Standart insan, standart Müslüman, standart Türk kimliğimiz günden güne daha da belirginleşiyor; hâlbuki biz Müslümanlar kide dışı yaşayarak, sınırlarını başkalarının çizdiği dünyanın kurallarını ihlal ederek özgür olabiliriz! Standartlar bizi seri üretime yatkın dünya sistemi içinde fabrikasyon köle imalatının bireyi kılar. Standartları aştığımızda Müslüman ve Türk kimliğini kurabiliriz. Bu da tekinsizlikle, ne yapacağı kestirilemez, öngörülemez Türk vasfıyla gerçekleşir. Özgürlüğün yolu tekinsizdir… Çünkü özgürlük inşa etmektir. İnşa etmeye kalktığınızda düşmanınız çoğalır; ıssızda tek başınıza buluverirsiniz kendinizi…
Hasımlarınız çok siz azınlıkta kalırsınız, hangi tehlikeyle, hangi cazip teklifle, ayartmayla karşılaşacağınızı bilemezsiniz. Modernitenin, kapitalist dünya sisteminin biz Müslümanları ayartan, yolumuzdan çıkartan tekliflerine, tehditlerine, saldırılarına karşı önceden bilinebilir ve ayartılabilir davranışlarla değil öngörülemez, tekinsiz Türk kimliğimizle karşı koyabilir, özgürlüğümüzü alabilir yani kendi kidelerimizi, kanunlarımızı, hayatımızı inşa edebiliriz!