Tasavvuf müziği, Batı'da yaşamlarına anlam yükleyenlere karşı bir cevaptır

HABER MASASI
Abone Ol

Türklerin göçebe bir kavimken, Müslümanlıkla tanışmaları sayesinde açılan bu zengin inanç, medeniyet, bilim ve sanat hazinesinebakıldığında, bu seçimin hem İslam medeniyeti hem de Türkler için ne kadar büyük bir kazanç olduğunu görmemek imkânsızdır.

Klasik Osmanlı ve Tasavvuf müziği konusunda yıllardır gerçekleştirdiği konserler ve yayınladığı çalışmalarla dünya çapında bir üne sahip olan neyzen Kudsi Erguner ile Türk Tasavvuf müziğinin tarihini, müzik ve politika ilişkisini, Tasavvuf müziğinin halk üzerindeki etkilerini konuştuk.

Merhaba Kudsi Hocam, Türk Tasavvuf Müziğinin ortaya çıkışı sanırım Türklerin Talas Savaşı sonrası İslamiyetle tanışmasıyla oluyor?

Sanatı, özellikle müzigi belli bir tarihi olaya baglamak bence doğru değildir. Tasavvuf muziği aslında mutasavvıfların şiirlerinin müziğe uygulanmasıdır.

Emevi Devleti’nin yıkılarak Abbasi Halifeliğinin kurulması aynı zamanda Pers kültürünün Arap dünyasına hâkimiyetine yol açmıştır. Türkler bu asırdan itibaren İslâm medeniyeti ile müşerref olmuşlar, Arap olmayan tüm diğer kavimler gibi, İslam dünyasına, dönemin bilim, kültür ve edebiyatına hâkim olan Farsçanın etkisi altında katılmışlardır.

Talas savaşı 8. yüzyılda Abbasi Halifeliği devri Müslümanlarının Türk ve diğer Orta Asya kavimleri üzerine zaferi ile sonuçlanmıştır. Oysa 8. yüzyila kadar tasavvuf müziği olarak adlandırabileceğimiz bir müziği oluşturacak gelişmiş Türkçe bir tasavvuf edebiyatı yoktu.

Abbasi Devleti’nin kurulmasıyla başlıyor öyleyse tanışıklığımız…

Emevi Devleti’nin yıkılarak Abbasi Halifeliğinin kurulması aynı zamanda Pers kültürünün Arap dünyasına hâkimiyetine yol açmıştır. Türkler bu asırdan itibaren İslâm medeniyeti ile müşerref olmuşlar, Arap olmayan tüm diğer kavimler gibi, İslam dünyasına, dönemin bilim, kültür ve edebiyatına hâkim olan Farsçanın etkisi altında katılmışlardır. Bugün dahi ilahiyatta ve güzel sanatlarda kullandıgımız hemen tüm kelimeler Farsçadır. XIX. yy dan itibâren, Pantürkizm etkisiyle, bazı çevreler türklerin islâm medeniyetine katılımını bir kazanım değil, kayıp hatta bir yenilgi olduğunu ileri sürmüşlerdir. Oysa, Türklerin göçebe bir kavimken, müslümanlıkla tanışmaları sayesinde açılan bu zengin inanç, medeniyet, bilim ve sanat hazinesine bakıldığında, bu seçimin hem İslam medeniyeti hem de Türkler için ne kadar büyük bir kazanç olduğunu görmemek imkânsızdır.

Bestelendikleri dönemde nota kullanımı olmayan eserlerin, günümüze gelene kadar değişmesine rağmen hâlâ ruhta bir ilerleme kaydeden eserler olmalarındaki neden nedir?

Müzik sanatı, Batı notasının kullanılmaya başlandığı 20. yüzyıla kadar meşk adı verilen, hafızaya dayalı sözlü gelenekle günümüze ulaşmıştır. Önceleri Arap alfabesinin harfleriyle yazılan Ebced notası, 18. yüzyıldan sonra başta Kantemir, Nâyî Osman Dede ve Hamparsum Limoncuyan’ın 18. yüzyılda îcâd ettiği nota sistemleri ise icrâda kullanılmamış, sadece eserlerin unutulmasını önlemek için bir tedbir olarak kalmıştır. Sözlü gelenek, eserlerin organik bir şekilde gelişmesine de yol açmıştır.

  • Tabi olarak toplum zevkinin yüceldiği devirlerde icrâ eden ve dinleyenlerin katkısıyla yükselen bu eserler, 20. yüzyıl sonrası sözlü geleneğin siyasal nedenlerle sekteye uğramasından sonra tam aksine kendi estetiğinden uzaklaşmıştır.

Ama Tasavvuf Müziği etkisini göstermeye devam ediyordu…

Hafızaya dayalı sözlü gelenekle melodilerin uğradığı tüm bu değişimlere rağmen tasavvuf şiirinin etkisi devam etmektedir, dikkat edilmesi gereken konu dil değişimiyle klasik edebiyatın anlaşılamaması ve tasavvuf edebiyatıyla alakası olmayan dînî(!) şiirlerin tasavvuf müziği diye sunulmasıdır, Bir eseri, Türk Tasavvuf Müzigi olarak adlandırabilmemiz için sözlerinin Yunus Emre, Aziz Mahmud Hüdayî, Üftâde, Eşrefoğlu Rûmî, Niyâzî Mısrî, Hacı Bayram Velî , Şemseddin Sivasî ve daha niceleri gibi şair ve evliyaya ait olması ve Itrî, İsmâil Dede, Zekâi Dede, Osman Dede gibi tarîkat ehli tarafından bestelenmesi gerekir.

Mevlânâ Hazretlerinin şiiri farsça olsa bile Mevlevi âyînleri de Türk tasavvuf müziğinin birer parçasıdır. Lâkin, bugünün şarkı veya arabesk zevkiyle bestelenen müzikleri geleneksel tasavvuf müziği olarak adlandırmak bence yalnıştır.

Padişahların devirleri saraylarındaki ilim, irfan sahibi, şair ve musikişinaslarla yücelmiştir.

Türk Tasavvuf Müziğinin sosyolojik yanıyla ilgili sormak istiyorum. Tekkelerden çıkan bu müzik, sarayla temas halinde olsa da aslında halkın tavrını inşa ediyor muydu?

Her toplumun eski deyimle bir Havâsı ve bir Avâmı vardır. Tasavvuf muziği de Hindistan’dan Fas’a kadar yerine göre halk veya elit kültürüyle ifâde edilmiştir. Istanbul ve Osmanlı döneminin önemli merkezlerinde gelişen tasavvuf müziği ise dîvân musikisi olarak adlandırdığım makam müziğiyle bestelenmiştir. Padişahların devirleri saraylarındaki ilim, irfan sahibi, şair ve musikişinaslarla yücelmiştir. Hatta Osmanlı padişahlarının hemen tümü, âlîm, şâir, bestekâr, hattât idiler. Bu nedenle tarih boyunca, başta güzel sanatların en önemli temsilcileri olan Mevlevi dedeleri olmak üzere, bazı tarikatların şeyhleri, dervişleri padişahlardan hep hürmet, iltifat görmüştür ama bu ilişkiden, tasavvuf ehlinin halktan koptuğu ve saraya yaranmak için ödün verdiği anlamını çıkartmak doğru olmaz.

Klasik Türk Müziğinin bir dönem Türkiye’de yasaklanmış olması ve sonrasında ortaya çıkan arabesk müzik arasında bir bağlantı olduğunu düşünüyorum kendi adıma, ne söylersiniz?

Batı medeniyetine duyulan hayranlık ve Avrupalı olmak hevesi Sultan Abdülmecid’den itibâren Osmanlı aydınını Doğu kültüründen uzaklaştırmıştır. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti ulusal muziğimizin ne olması” konusunu sorguladığında ortaya aşağıdaki farklı öneriler atılmıştır:

Erol Göka: Modern insan işletmeye dönüştü,ilişkileri de yatırım aracı
Cins

Bir an önce Batı medeniyetine adapte olabilmemiz için elde olanı tamamıyla unutturup, toplumun kulağını Batı müzik diline alıştırmak.

Ulusal olan ve Orta Asya’dan bu yana gelen halk müziğini araştırıp Batı müzik dilini öğrenmiş genç bestecilerle, orkestralara adapte etmek, böylece hem ulusal hem de çağdaş müziği geliştirmek.

Bizans’tan alınmış, Arap ve Pers etkisinde gelişmiş, ulusal olmayan Osmanlı mirası müziği tarihe mâl etmek.

Bütün polemiklere rağmen, icracısıyla dinleyicisiyle yaşayan bir müzik hazinesi, ortadan kaldırılamamış, ancak 40-50’li yıllarda sanat ve fikir adamlarının mücadelesiyle sunumu ve estetiği avrupalılaştırılarak resmî yayın organlarına kabul ettirilebilmiştir.

Diğer yandan, taşradan büyük şehirlere göç edenler, radyolarda duydukları soğuk, ruhsuz şarkı ve türkülerden zevk alamadıklarından şehir kültürünü kendilerine adapte etmiştir.

Bugün yaşı yetmişin üzerinde olanlar eski Istanbul sokaklarında Kahire Radyosundan dinlenen Ümmü Gülsüm’ün sesini ve ona eşlik eden orkestraları hatırlayacaklardır.

Arabeskin örnek aldiığı müzik orkestre edilmiş Mısır müziğidir. Bu örnekten yola çıkarak 60’lı yılların arabeski oluşmuş, zorlama bir Batılılaşmanın, vahşî Doğu’luluğa dönüşümü bir alt kültür olarak gelişmiş, ayni Ispanya’daki Flamenko, Portekiz’deki Fado, Yunanistan’daki Rembetiko, Amerika’daki Jazz gibi önceleri red edilse de, zamanla tüm topluma mal olmuştur.

Başta Tasavvuf edebiyatı ve müziği olmak üzere, diğer Doğu medeniyetlerinin gelenekleri, Batı’da yaşamlarına anlam yüklemeye çalışanlara bir cevap oluşturmuştur.

Uzun yıllardır Fransa’da ikamet ediyorsunuz, Batı’da birçok müzisyenle projelerde yer aldınız, Batının Tasavvuf Müziğine bakışı nasıl?

Milorad Pavic: Hiçbir sanat eseri doğanın güzelliğini anlatmak için yeterli değildir
Cins

Müzik sanatı bir medeniyetin tüm unsurlarının hulâsâsı ve o medeniyeti yaşayan sanatçıların iç dünyasının, seslerin ahengine yansımasıdır. Modern yaşam, maddi rahatlığına rağmen, insanlarin iç dünyalarındaki huzursuzluğu arttırmış, başta tasavvuf edebiyatı ve müziği olmak üzere, diğer Doğu medeniyetlerinin gelenekleri, Batı’da yaşamlarına anlam yüklemeye çalışanlara bir cevap oluşturmuştur. Burada aranılan müzik aracılığıyla ulaşılmaya çalışılan bir mânevî mesajdir. Verdiğimiz konserler sonrası dost olduğumuz birçok müzisyen ve dinleyicimiz için tasavvuf muziği uzun ve zengin bir yolculuğun baslangıcı olmuştur.

Batılı otoriteler Fatih Ali Kan’ı bizlerden önce keşfetmişti, biz sanırım coğrafyamızdaki müziğe sahip çıkmak konusunda biraz tembeliz…

Nusret Fatih Ali Khan’ı 1986 yılında ilk kez Pakistan’ın Faysalabad şehrinde keşfedip, danışmanı olduğum Paris Şehir Tiyatrosu’na davet eden ve ilk iki CD’sini (Ocora Radio France C570200 V1 ve C570201 V2) Fransız Radyosu adına yayınlayan ben oldum. O yıllar henüz şöhret sahibi olmadığından, İstanbul’da konser vermeyi çok arzu etmesine rağmen önerdiğim hiçbir festivale kabul ettirememiştim.

Özetle, bu anlayış tembellikten değil, her şeyi önce Batı ülkelerinin aynasında görmek isteyişimizdendir.

Hz.Peygamber bir hadisinde, “Siz benim bildigimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız...” der.

Gilad Atzmon kendi müziğini anlatırken yaptığı müziğin “politik” olduğunu söylemişti. Müzik ve politika ilişkisini nasıl yorumlarsınız. Ya da musikimizin tarihi içinde bu “politik” müziğin karşılığı nedir?

Tasavvuf şiiri nasıl müzik yolu ile dinleyici ile buluşuyorsa, siyasal fikirler de müzik ile yayılabilir. Ancak her müziğin de ilk amacı politik değildir.

Batılılaşma sürecinde Klasik Batı Müziğinin devlet kurumlarınca desteklenmesi, veya bugün de aksi nedenlerle tasavvuf muziğinin devletçe teşvik edilmesi müziğin politik amaclarla kullanılmasına örnek teşkil edebilir ama burada politik olan müzik değil ona yüklenen maksatlardır.

Cioran şöyle demişti müzik için; “Bir veda sistemi olan müzik, çıkış noktası atomlar değil de gözyaşları olan bir fiziği çağrıştırır.” Gerçekten müziğin çıkış noktası gözyaşları mıdır?

Hz.Peygamber bir hadisinde, “Siz benim bildigimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız...” der. Bu ağlama ihtiyacının Hz. Peygamber’in bahsettiği bilincten kaynaklandığını zannetmiyorum. Her ağlama mânevî olmayacağı gibi her neş’e de şehvetten değildir. Evliyânın manevi neşesi tasavvuf müziğinin kaynağıdır, yapmacık hüzün değil. Nedense halkımız arasında tasavvuf müziği veya Osmanlı müziği adı altında icra edilen müziklerin illâ bir hüzünden kaynaklı olduğu inancı yaygın. Halbuki, büyük bestekârımız İsmail Dede hepsi birer şaheser olan mevlevî âyinleri, murabbâlar, şarkılar, ilâhilerin yani sıra Köçekçeyi de bestelemistir.

Mimaride milli hüviyet kabuk düzeyine indirgenmiştir
Cins

Özetle, müzigin hayatımızda farklı fonksiyonları vardır, dügünde, eğlencede, cenâzede, câmide, sinemada, tiyatroda, konser salonunda hattâ sokakta alışveriş merkezinde her an dinlesek de dinlemesekte müzik bize eşlik ediyor. Bunların hepsinin kaynağını gözyaşına bağlamak herhalde doğru olmaz.