Tasavvuf geleneğinin insan tasavvuru
Tasavvuf, istidlâl yönteminin verilerinin yanlışlığını iddia etmemekle birlikte eksik olduğunu ve Hz. Peygamber’de zuhur eden hakikate ulaştıran asıl yöntemin bir tür “inşa edici taklit” olduğunu iddia eder. Bu yöntem, erken dönemde, dünyevî maksatları gönülden çıkarmak yahut dünyaya yönelişi hayatın kurucu ilkesi yapmamak anlamında zühd olarak adlandırılmıştır. İlerleyen yüzyıllarda ise riyazet ve mücâhede yöntemi olarak adlandırılacaktır.
İslam düşünce tarihinde hakikat araştırması yapan ve hakikatin ne olduğu ve nasıl bilineceğine dair iddialı olan gruplardan biri de mutasavvıflardır. Dolayısıyla tasavvuf da kelam ve felsefenin yanı sıra var oluşa ilişkin küllî araştırma yapan bir disiplin olarak temayüz eder.
Gerek ortaya çıkış süreci gerekse modern döneme gelinceye dek geçirdiği dönüşümler dikkate aldığında tasavvuf, bazı yönleriyle kelama benzer, bazı yönleriyle de felsefe geleneğiyle yakından ilişkilidir. Kelama benzer şekilde tasavvufun oluşum süreci de onun sonraki dönemlerde fiili hâle gelecek bütün kabiliyetlerini nüve halinde barındırır. Bütün dinî düşünce geleneği, Hz. Peygamber’de dile gelen ilahî hakikatle nasıl irtibat kurulacağı ve bu hakikatin nasıl anlaşılıp bir yaşam formu hâline dönüştürüleceği sorularına cevap olarak ortaya çıkmıştır. Zira Müslümanlar, Kur’ân ve sünneti anlamayı daima bir tür hakikat idraki olarak değerlendirmiştir. Tasavvuf da dinî düşünce geleneğinin bir parçası olarak aynı sorulara cevap vermeyi amaçlar. Fakat tasavvufun fıkıh ve kelam ilminden farklı olarak karmaşık bir yapısı vardır.
Fıkıh, amelî hayatla, kelam ise nazarî hayatla ilişkilidir. Diğer deyişle kelam, düşüncenin inşasını, fıkıh ise hayatın inşasını amaçlar. Her iki disiplin de istidlâl yöntemini kullanır; akıl yürütme formları ve yorum araçlarının görünüşteki farklılıkları, yöntemin kendisinden ziyade yöntemin uygulandığı konulardan kaynaklanır. Tasavvuf ise istidlâl yönteminin verilerinin yanlışlığını iddia etmemekle birlikte eksik olduğunu ve Hz. Peygamber’de zuhur eden hakikate ulaştıran asıl yöntemin bir tür “inşa edici taklit” olduğunu iddia eder. Bu yöntem, erken dönemde, dünyevî maksatları gönülden çıkarmak yahut dünyaya yönelişi hayatın kurucu ilkesi yapmamak anlamında zühd olarak adlandırılmıştır. İlerleyen yüzyıllarda ise riyazet ve mücâhede yöntemi olarak adlandırılacaktır. Buna göre Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği dinin hakikatini kavramak, naslar üzerinde akıl yürütme faaliyetini içermekle birlikte, asıl itibariyle Hz. Peygamber’de görülen kulluk şuuru ve hâlini müminin kendi hayatında yeniden inşa etmesini gerektirir.
Mutasavvıflar bu amacı gerçekleştirecek anlama yönteminin, farz ve nafile ibadetleri, bizzat Hz. Peygamber’in yaptığı şekilde yapmak olduğunu iddia etmişlerdir. Böylece mutasavvıflar, kelamcı ve fakihlerin ulaştığı idraki içererek aşan bir marifete ulaşılabileceği kanaatine varmıştır. Bu iddianın genel olarak İslam ümmetinin ortak kabulüyle kesişen bir tarafı vardır. Zira bütün Müslümanlar, kulluk anlamının en kusursuz şekilde Hz. Peygamber’de tahakkuk ettiğini, dolayısıyla Allah’ın insandan talep ettiği kulluğun Hz. Peygamber’in örnek alınmasıyla yoluyla gerçekleşeceğini düşünür. Sûfîlerin iddiasının farklı tarafı, müminde pratikler sayesinde Allah’a, insana ve Allah-âlem ilişkisine dair marifet oluşacağı kabulüdür. Aslına bakılırsa kulluk hakkıyla yapıldığı takdirde Allah’ın bir müminin kalbinde marifet husule getirebileceği görüşü bütün Müslümanlar tarafından kabul edilir. Fakat sûfîler, kıyas formları ile sonuçları arasındaki ilişkiye benzer şekilde, pratikler ile marifetler arasında düzenli bir ilişki olduğunu, dünyevî maksatlarla anlamları bulandırılmamış ibadetlerin, belirli türden marifetleri meydana getireceğini iddia etmiştir.
Aslına bakılırsa kulluk hakkıyla yapıldığı takdirde Allah’ın bir müminin kalbinde marifet husule getirebileceği görüşü bütün Müslümanlar tarafından kabul edilir.
Tahmin edileceği üzere bu iddianın sonucu, tasavvufun kelam ve fıkıhtan farklı bir bilim olduğudur. Tasavvuf geleneğinin varlık ve bilgiye ilişkin tarih boyunca ileri sürdüğü bütün iddiaları, yukarıda özetlenen tavırda içerilir. Öncelikle sûfîler, bu iddiaya uygun bir insan tasavvuru ve bilgi teorisi geliştirmiştir. Bu tasavvur, esas itibarıyla insanın kabiliyetlerini ve bu kabiliyetlerin sonuçlarını belirlemeyi amaçlar. Temel soruları, Hz. Peygamber’de görülen kulluk ve marifeti tevarüs etmeye kabiliyetli bir insan tasavvurunun nasıl olacağıdır. Bu amaçla onlar, insanın özelliklerini olgusal olarak tespit etmeyi, insanın fiziksel olarak yapısını çözümlemenin önüne almışlardır. Sûfîler açısından, insanî varlığı açıklayan teorik fiziğin ne olduğu, ikincil bir öneme sahiptir ve sadece elverişlilik açısından değerlendirilir. Nitekim onların insanın yapısına ilişkin açıklamaları, erken dönemde daha ziyade kelamcıların insan tanımıyla paralel görünür. Önceki yazılarda belirtildiği üzere kelamcılar, ilk iki yüzyılda farklı teorikler geliştirdilerse de üçüncü yüzyıldan itibaren -Mâtürîdî gibi birkaç kelamcıyı istisna edersek- atom-culukta karar kılmıştır.
Kelamcıların insana ilişkin açıklamaları da doğal olarak atomcu teoriyle uyumlu hâle getirilmiştir. Erken dönem tasavvuf metinlerinde insanın ruh ve bedenden müteşekkil olduğu belirtilir ama ruhun, filozofların düşündüğü şekilde, aklî bir varlık tarzına sahip olduğu hususu belirsizdir. İlk bakışta felsefî öğretiyi andıran açıklamalara rastlanır fakat derinlemesine incelendiğinde bu açıklamaların, atomcu öğretiye sadık olduğu da söylenebilir. Râgıb el-Isfahânî ve Gazzâlî ile birlikte kelam geleneğine felsefî nefs öğretisinin dâhil olması, sûfîlere önemli bir imkân sağlamıştır. Yine Gazzâlî’den sonra İbn Sînâ felsefesinin kelam geleneğine dercedilmesi, dinî düşünce geleneklerinin tamamına felsefî öğretileri meşru bir şekilde kullanma hakkı vermiştir. Nitekim İbnü’l-Arabî’den itibaren sûfîlerin felsefî nefs teorisini insan tasavvurunun temeline yerleştirdiği görülür. Bununla birlikte sûfîler insanın kabiliyetleri konusunda baştan beri aynı iddiaları dile getirir. Bu iddiaların zamanla derinleştiği, ayrıntılandırıldığı ve tahkim edildiği söylenebilir, lakin herhangi bir derinlik veya ayrıntıyı doğrudan atomcu teoriye veya aklî varlık kabulüne dayandırmak mümkün değildir.
Daha ziyade insana ilişkin iddiaların tahkim edilmesi ve güçlendirilmesinin, belirli bir öğretiyle, bilhassa felsefî nefs ve varlık tasavvuruyla ilgili olduğu söylenebilir. Şimdi sûfîlerin tasavvuf tarihi boyunca kabul gören insan tasavvurunu dört maddede özetleyebiliriz.
1. İnsan ruh ve bedenden oluşur. Latife-i insâniyye adı verilen ruh, insanın metafizik alana ilişkin idraklerinin temelini oluşturur. Beden ise ruhun kabiliyetlerini işlevsel hale getiren hareketlerin mahallidir. Bu iki yönüyle insan, Allah’ın bütün isimlerini anlama ve davranışlarında temsil etme işlevlerini yerine getirir. İbnü’l-Arabî daha sonra insanı, ilahî isimlerin en kâmil mazharı olarak tanımlamıştır. Buna göre insan, bütün mahlûkatta zuhur eden ilahî isimleri temsil etmeye kabiliyetli bir varlık tarzına sahiptir ve her ne kadar zuhûr sıralamasında sonda gelse de varlık mertebesinde ilk sıradadır. Mertebede ilk olmak ile zuhurda son olmanın gereklerini yerine getiren bir fert ise insan-ı kâmil olarak adlandırılır. Sûfîlerin insan tasavvuru, aynı zamanda Hz. Peygamber tasavvuruyla da paralellik arz eder. İnsanda bulunduğu söylenen bütün kemâllerin, ilk ve yetkin hâli Hz. Peygamber tarafından temsil edilir. Bu anlamda Peygamber’in kabiliyetleri ile ümmetin kabiliyetleri arasında tam bir paralellik vardır. Dolayısıyla Hz. Peygamber’e bahşedilen lütuflar ilkece ümmetin şahsı manevisine de bahşedilmiştir. Tevarüs şartlarını sağlayan bir mümine, Hz. Peygamber’in hikmeti bahşedilebilir.
- 2. İnsanın ruhanî kabiliyetlerini işlevselleştirmesinin yolu, Hz. Peygamber’in dindarlığını tevarüs ederek farz ve nafileleri tam bir teslimiyetle ifa etmesidir. Şayet bir mümin, dünyevi maksatlardan arınmış bir şekilde Hz. Peygamber’e ittiba ederse ruh, ilahi feyze mazhar olur. Dolayısıyla hakikat bilgisine ulaşmanın yöntemi, nasların dil kuralları çerçevesinde yorumlanması yahut sebep-sonuç ilişkisi içinde nesnelerin türsel hakikatlerini kavramayı sağlayacak şekilde akıl yürütmelerin yapılması değil, Allah’a tam bir yönelişi mümkün kılan uygulamalardır. Bu uygulamalar, kelimenin en geniş anlamıyla ibadetlerdir. Bu noktada İslam’da ibadet kavramının Allah’a yönelişle yapılan her türlü davranış olduğu hatırlanmalıdır. Fakat sûfîler, nafile ibadetler arasında zikre özel bir önem verir. Çünkü zikir, tümdengelimsel şekilde zihin Allah manasına kilitlenmesini ve mahlûkattan yüz çevirip tam bir teslimiyetle Hakk’a yönelmeye imkân verir.
- Şayet zikir, müminin daimi bir zihin hâli olursa, kişi Allah anlamı tarafından kuşatılır ve her şeyden önce, her şeyde ve her şeyden sonra Hakk’ı bulma lütfuna mazhar olur. Bu bağlamda sûfîlere göre istidlâl yöntemi, insanî çabanın zirvesi kabul edilen marifetullaha ulaşmak için Allah’tan gayrı olan şeyleri düşüncenin odağına yerleştirirken mücâhede yöntemi, bizatihi Hakk’ı düşüncenin odağına yerleştirir. Diğer deyişle istidlâl yöntemi, mahlûkattan Hakk’a götürmeyi taahhüt ederken mücâhede yöntemi, Hakk’tan mahlûkata götürmeyi taahhüt eder.
3. Feyze mazhariyet, ayrıntıda oldukça çeşitlilik barındırmakla birlikte, ilham yoluyla gerçekleşir. Bunun için müminin kalbine doğan düşüncelerini (hâtırlar), aklına gelen bilgileri, rüyalarını ve ahvalini sürekli murakabe etmesi gerekir. Zira şeytanın fısıltıları ve şehvanî dürtüler, Rabbânî ilham gibi görünebilir. Sûfîler, bu hususta ölçünün ne olacağı hususunda uzunca bir süre tartışmışlar, nihayet gelen bir feyzin, genel olarak dinî düşünce erbabının icmaıyla yani Kurân ve sünnet yorumuyla uyumlu olması gerektiğinde karar kılmışlardır. Bu sebeple erken dönemde Kuran ve sünnetin yorumlanmasında riayet edilen yorumlama kurallarına uymayan sözler, manevî sarhoşluk etkisiyle söylenen sözler (şatahât) olarak kabul edilmiştir.
İbnü’l-Arabî tarafından sûfîlerin oldukça çeşitlilik arz eden görüşlerinin tamamını yorumlamayı mümkün kılan varlık düşüncesinin veya yeni bir metafiziğin kurulması, tasavvuf tarihinde şatahâtı da ana teorinin bir parçası, hatta aslî unsuru hâline getirmeye imkân vermiştir. Böylece vahdet-i vücutta, manevî şarhoşluk, hakiki ayıklığın ta kendisi olarak görülmüştür. Kuşkusuz bu gelişmede Gazzâlî sonrasında yaygınlık kazanan sudûrcu felsefî düşüncenin, dinî düşünce erbabın tarafından meşru bir şekilde tevarüs edilebilmesinin büyük rolü vardır.
4.Hz. Peygamber’e hakkıyla ittiba, ona bahşedilen bilgiye varis olmayı sağladığı gibi onda görülen hâllere mazhar olmayı da sağlar. Yani insan, mucizelere benzer kerametler yaşar. Sûfîlere göre bunun sebebi, kişinin mücâhede yöntemiyle maddî ilgilerden soyutlanması ve ruhanîleşmesidir (tecerrüd ve teravhun). Buradaki ruhanîleşme, Hıristiyan zahitliğinde olduğu gibi bir çile hayatı ertesinde gerçekleşen ruhbanlık değil, latifet-i insaniyye olan ruhun küllileşmesidir. Küllileşme, sûfîlerin insan tasavvurunu kavramak için kilit bir öneme sahiptir. Zira buna göre insanın kemal sürecinde ilerlemesi aynı zamanda varlığın çeşitli mertebelerini içererek aşması anlamına gelir. Böylesi bir terakki, kişinin içererek aştığı mertebelerde tahakkuk eden durumların, bizzat o kişi tarafından da gerçekleştirilebilmesine imkân verir.
Bu bağlamda kabiliyetlerini fiili hâle getirmiş insan-ı kâmil, var oluşun mertebelerini kendi varlığında temsil edebilen kimse demektir. Sûfîlerin insana dair en kritik cümlesi de buradan neşet eder: İnsan, sadece bütün mevcutların sûretlerini idrak etme değil; aynı zamanda kendi varlığında içerme özelliğine de sahiptir. Özellikle İbnü’l-Arabî sonrasında tasavvuftaki insan tasavvuru ile felsefe geleneğinde insan tasavvurunun olanca benzerliğine rağmen ayrıştığı en kilit nokta burasıdır. Böylece sûfîler, hakikati bilmeye ve bu bilgiyi bir yaşam formuna dönüştürmeye kabiliyetli, bu kabiliyeti de Hz. Peygamber’e ittiba ederek meleke hâline getirebilen bir insan tasavvuruna ulaşmıştır.
Bu sebeple tasavvuf geleneğinin iki temel konusundan biri Tanrı, diğeri insandır. Hatta vahdet-i vücudu dikkate alırsak, Allah’ın zuhûr ettiği bütün mertebeler, insanda içerildiği için “tasavvufun konusu insandır” demek ile “Allah’tır” demek aynı noktaya varmaktadır. Fakih, kelamcı ve filozoflar, istidlâlin formları üzerine yoğunlaşarak ayrıntılı bir mantık ve usul birikimi oluşturmuşlardır. Buna mukâbil sûfîler de insanın hâlleri ile ona gelen feyiz arasında paralellik bulunduğunu düşündüğünden ayrıntılı bir hâller külliyatı oluşturmuştur. Sabır, rıza, şükür, teslimiyet ve bir çırpıda sayılması oldukça zor olan bir dizi insanî hâl, sûfîler tarafından, bir yönüyle dindarlığın sebebi ve sonucu olan durumlar, diğer yönüyle Allah’ın âleme muamelesini kavramayı sağlayan zihnî yönelişler olarak değerlendirilmiştir. Bu bağlamda, sûfîlerin insan tasavvuru, insana dair bir övgüdür.