Süleymaniye Camii, Nazım Hikmet ve Şeyh Bedreddin Destanı'na Zeyl

MUAMMER YAVAŞ
Abone Ol

Mustafa Kemal'i Suphi ve arkadaşları için suçlayıp sonra Kemalizm'den adalet istemek, buna mukabil İnönü ve CHP iktidarının "irtica" aleyhindeki başarıları hatırına saygıda kusur etmemek, Nazım tarafından amaca giden her yol mübah ve meşrudur prensibince uygulanır. Bunlar Zeyl'de ifadeye kavuşan büyük bir Türk halk hareketi hatırına katlanılan külfetlerdir. Zeyl'deki ütopya için bir bakıma ilk yoldaştır Kemalizm.

Türkçeye çevrilen günlüklerinde büyük romancı Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Rusya'nın ve Ortodoksluğun ütopyasına şu ifadelerle tercüman olacaktır: "Slavların yeniden doğuşunu hangi Rus istemez? Ne dersiniz, gerçek değil mi bu? Bu amaç için ister istemez İstanbul er ya da geç bizim olacaktır. Halifeyse Halife, Beyaz Çar da Halife... Doğuda yaşatılan İsa gerçeğinin yeniden yükselişi, İsa haçının yeniden yükselişi, İsa haçının yeniden Ayasofya'ya dikilmesi ve başında uzun zamandan beri Rusya'nın bulunduğu Ortodoksluğun son sözü olacaktır bu."

Türk İslamcılığının karşılaştığı tehlikeler
Cins

Mehmet Âkif Ersoy'un vefat ettiği 1936 tarihinde Nazım Hikmet Ran, Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı ismini taşıyan kitabına baskı aşamasında nokta kabilinden de olsa bir ek yazma gereği duyar. Şeyh Bedreddin Destanı'na "Zeyl-Milli Gurur" ismini taşıyan bu ek kendi içinde iki bölümdür ve Nazım Hikmet'in Süleymaniye Camii'ne bakışını özetleyen bir girişe sahiptir. İlk bölüm Süleymaniye Camii, ikinci bölüm Lenin ve Ruslar üzerinedir. İkinci bölümü uzun olması hasebiyle gerekli ve yeterli ölçüde incelemeye çalışacağız. Şimdi ilk bölümden ilgili kısmı okuyalım:

"… Bana öyle geliyordu ki, tek bir satır yazı yazdım; fakat bu satırın sonuna nokta koymasını unuttum.

Vakit öğleye yakındı. Şafakla beraber çalkalanmağa başlıyan lodos, ağır bulutların üstüne boşanmasıyla durulmuştu. Çok geçmeden yağmur da dindi. Gökyüzünün karanlığı yol yol yarıldı. Ağır perdeleri birdenbire düşen bir pencere gibi hava açıldı. Ve ben, hapishane gecelerinde doldurulmuş bir hatıra defterinde «Destan»ımın sonuna koymasını unuttuğum noktayı arayıp dururken Süleymaniye'yi gördüm. Açılan öğle güneşinin altında Sinan'ın Süleymaniye'si bulutlara yaslanmış bir dağ gibiydi. Evimin penceresiyle Süleymaniye'nin arası en aşağı bir saattir. Fakat ben onu elimi uzatsam dokunacakmışım gibi yakın görüyordum. Bu, belki, Süleymaniye'yi en küçük girinti ve çıkıntısına kadar ezbere, gözüm kapalı bile görebilmeğe alıştığım içindir.

...

Mehmet Âkif, Yahya Kemal ve Nazım Hikmet arasında bir ortak noktadır Süleymaniye Camii. Bir bakıma son sözlerin söylendiği mabettir. Biz de yazımızda Nazım'ın bu Zeyl'i ile ilk şiirleri arasındaki ilişkiyi ele alıyoruz.

Rüzgâr, deniz, endamlı ince kemerleri üstünde nasıl durabildiğine şaşılan eski bir taş köprü, "Çarşambayı Sel Aldı" türküsü, bir yağlığın kenarındaki "oya", bütün bunlar nasıl, ne kadar bir cami değilse, bütün bunların cami olmakla ne kadar alakaları yoksa, bence Süleymaniye de öyle ve o kadar cami değildir; minarelerinde beş vakit ezan okunmasına ve hasırlarına alın ve diz sürülmesine rağmen Süleymaniye'nin de camilikle o kadar alakası yoktur. Süleymaniye, benim için, Türk HALK dehasının; şeriat ve softa karanlığından kurtulmuş; hesaba, maddeye, hesapla maddenin ahengine dayanan en muazzam verimlerinden biridir. Sinan'ın evi, maddenin ve aydınlığın mabedidir. Ben ne zaman Sinan'ın Süleymaniye'sini hatırlasam Türk emekçisinin yaratıcılığına olan inancım artar. Kendimi ferâha çıkmış hissederim. İşte bu sefer de, büyük bir Türk halk hareketi için yazdığım bir risalede unuttuğumu sandığım son noktayı ararken Süleymaniye'mizi, biraz önce yağan yağmurla yıkanmış, açan güneşin altında pırıl pırıl görünce aradığımı birdenbire buldum. Ferahladım. Bulduğumu hatıra defterimin son sayfalarında okudum. Ve anladım ki "Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı" isimli risaleme; belki on satırlık, belki on sayfalık bir zeyl yazmak mecburiyetindeyim."

"Cemil Ölürken", "Serviliklerde", "Mevlana", "Sekiz Yüz Elli Yedi", "Ağa Camii" şiirlerinden on beş yıl sonra, 1936'da yazılır "Zeyl-Milli Gurur". Bu tablo çok ilginç bir dönüşümün ilanı niteliğindedir. Bir reddi miras veya çok yönlü bir soyutlama havasında...

Mehmet Âkif, Yahya Kemal ve Nazım Hikmet arasında bir ortak noktadır Süleymaniye Camii. Bir bakıma son sözlerin söylendiği mabettir. Biz de yazımızda Nazım'ın bu Zeyl'i ile ilk şiirleri arasındaki ilişkiyi ele alıyoruz. Üç şairin Süleymaniye Camii merkez olmak kaydıyla varoluşlarını anlamlandırdıkları yer ve buna dair gelişen değerlendirmeler… Konuyu ele alanların yanlı bakışları, Yahya Kemal ile Nazım Hikmet arasında yapılan karşılaştırmalar da konuya dâhil. Bunun dışında mevcut bilgi ve belge niteliklerinin ideolojik değerlendirmeler karşısındaki çaresizliğine yeri geldikçe değineceğiz.

Üç şairin Süleymaniye Camii merkez olmak kaydıyla varoluşlarını anlamlandırdıkları yer ve buna dair gelişen değerlendirmeler…

"Fetih Şiiri" ve "Ağa Camii" şiirinin istikameti yanında söz konusu Zeyl şairin bu öze karşı muhalefetini tanımlamakta. Şairin yaşamı boyunca iki zaman diliminde beliren bu değişikliğin sürekli "tesirlere açık kişiliği"nin mi yoksa istikrarlı bir düşünce sürecinin mi sonucu olduğu merak edilir. İlk şiirlerinde Yahya Kemal tesirinde olan Nazım Hikmet'in Rusya dönüşünde başka bir duygu ve düşünce dünyası tesirinde kaldığı görülmekte. Mayakovski tesirinde yeni biçim denemesiyle yetinmediği, bunun yanında yeni duygu ve düşüncelerden örülü bir davanın sözcülüğünün daha önemli olduğu ve hayatın bu yöndeki sürprizlerine açık olduğu yaşam öyküsü safahatında görülmekte.

Cemal Granada şöyle bir anısını anlatır. Nazım Hikmet'in "Salkımsöğüt" ve "Bahr-i Hazer" şiirlerinin olduğu plak, bir kış günü yemekte Mustafa Kemal'e dinletilir:

  • "Bu nedir Çelebi Efendi?"
  • "Nazım Hikmet'in şiiri paşam."
  • "Şimdi nerede bu adam?"
  • "Bursa Hapishanesi'nde paşam"

Atatürk bunun üzerine şunları söyledi: "Şimdi bu adamı dışarı çıkarsak… Gel bizimle çalış desek, gelmez. Halk Fırkası'na sokmaya kalksak, girmez. Girdiği zaman küçüleceğini sanır. Kendisinde büyüklük duygusu var." Mustafa Suphi ve arkadaşlarının Trabzon açıklarında öldürülmesi sebebiyle Kemalizm'i ve Atatürk'ü birçok yazısında eleştirir Nazım. TKP'yi zor durumda bırakacak türden eleştirilerdir bunlar. 1938 yılında irtica konusunda farklı düşünmediği iktidar eliyle "orduyu ve donanmayı isyana teşvik" suçlarından 28 yıl 4 ay hapis cezasına mahkum edilir. Ağustos 1938'de Mustafa Kemal'e yazdığı mektupta ise "Kemalizm'den ve senden adalet istiyorum." der. Dolmabahçe Sarayı'nda hasta yatağındaki Mustafa Kemal'e mektubun ulaştırılmadığı ve kesin olmamakla beraber İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'ya takıldığı söylenir. Mustafa Kemal'i Suphi ve arkadaşları için suçlayıp sonra Kemalizm'den adalet istemek, buna mukabil İnönü ve CHP iktidarının "irtica" aleyhindeki başarıları hatırına saygıda kusur etmemek, Nazım tarafından amaca giden her yol mübah ve meşrudur prensibince uygulanır.

Mehmet Âkif, Yahya Kemal ve Nazım Hikmet arasında bir ortak noktadır Süleymaniye Camii. Bir bakıma son sözlerin söylendiği mabettir.

Bunlar Zeyl'de ifadeye kavuşan büyük bir Türk halk hareketi hatırına katlanılan külfetlerdir. Zeyl'deki ütopya için bir bakıma ilk yoldaştır Kemalizm. 18 Temmuz 1932 tarihli bir genelge ile başlayan ve zamanla kapsamı genişletilen ezanı susturan yasaklara -dönemin ruhuna uygun olarak- 1936'da "minarelerinde beş vakit ezan okunmasına ve hasırlarına alın ve diz sürülmesine rağmen Süleymaniye'nin de camilikle o kadar alakası yoktur" diyerek yoldaş olur. Ezanın mevcut yasaklanması sürecini Şeyh Bedreddin vakasından yola çıkıp kitabın baskı aşamasında Zeyl derdiyle Süleymaniye Camii üzerinden desteklemek anlamına gelen, hatta tarihe musallat olacak kadar tarihten bugüne ezanı ve ona bağlı her şeyi yok sayan bu ifadeler, Türkçe lisanıyla söylenebilecek en düşük sözler olsa gerektir. Kemalizm'i ve CHP'yi de geride bırakacak kadar İslam karşıtı uygulamaların irtica adına derinleştirilmesi konusunda şahin kesilmesi sanat hayatında sürekli tesire açık kişiliğin yansıması…

Açılan öğle güneşinin altında Sinan'ın Süleymaniye'si bulutlara yaslanmış bir dağ gibiydi.

Ocak 1950 tarihinde "irticanın doludizgin gittiği şimdiki yıllar"- dan söz eder Bursa Cezaevinden Yahya Kemal hakkında yazdığı bir mektupta. Yakın arkadaşı Vala Nureddin de Fevzi Çakmak'ın ölümünün ardından "Mareşal Çakmak'ın inkılapçı mazisi" başlıklı yazısında mareşalin "irtica" ile mücadelesine değinir. Nazım Hikmet'in hapiste yatmasına sebep olduğuna dair bir iması dahi yoktur. 1944'te mareşal emekli olmuştur hâlbuki. Falih Rıfkı Atay İnönü'nün "...bir gün bir gündelik gazetede Yahya Kemal'in divan biçimi bir gazelini göstererek: ‘Bunları okudukça Nazım'ın hapiste olmasına canım yanıyor." dediğini aktarır. Nazım'ın İsmet İnönü dönemi boyunca hapiste olduğu bilindiği halde Milli Şef İnönü de bu kalemler tarafından eleştirilmez.

  • Nazım Hikmet ve arkadaşı Vala Nureddin başta olmak üzere o çevrede ve konuya ilgili diğer yazarlar nezdinde eleştiriler o gün, Mustafa Kemal'e yönelmediği gibi İnönü ve Fevzi Çakmak'a da yönelmez. İrtica ortak paydasında buluşan dönemin iktidar anlayışıyla beraber Nazım Hikmet ve çevresi o günden beri tutarlı eleştirel mantıktan uzaktırlar.

Bu tercihin motivasyon kaynağı o günden beri "irtica ile mücadele"dir. Bugün de aynı tutarsız, ikircikli tavrın devam ettiği malum. "devletlü" sayılabilecek yakınlık dereceleri bulunan Nazım'ın hapisten çıkması kaderin bir cilvesi olarak Adnan Menderes'e nasip olur. 8 Nisan 1950 tarihinde açlık grevine başlar Nazım Hikmet. Annesi Celile Hanım Galata Köprüsündeki Kadıköy İskelesi'nde imza kampanyası başlatır. Abidin Dino, Ahmet Hamdi Tanpınar, Fikret Adil, Halide Edip, Mina Urgan, Orhan Veli, Sabahattin Eyüboğlu ve Sait Faik'in imzalamış oldukları bir mektubu, 14 Mayıs seçimlerinden birkaç gün sonra 18 Mayıs 1950 tarihinde Cerrahpaşa Hastanesi'ne gönderirler. Mektupta yeni hükümet kuruluncaya kadar açlık grevine ara vermesini isterler. 14 Temmuz 1950 tarihinde hükümlülerin cezalarında indirim düzenleyen madde Meclis'te kabul edilir ve Nâzım 14 Temmuz 1950'de serbest bırakılır. Nazım Hikmet çeşitli sebeplerle, belki de Türkiye üzerine dillere pelesenk söylenen bu ülkede yaşanmaz anlayışı gereği Rusya'ya kaçar.

Ezanın mevcut yasaklanması sürecini Şeyh Bedreddin vakasından yola çıkıp kitabın baskı aşamasında Zeyl derdiyle Süleymaniye Camii üzerinden desteklemek anlamına gelen, hatta tarihe musallat olacak kadar tarihten bugüne ezanı ve ona bağlı her şeyi yok sayan bu ifadeler, Türkçe lisanıyla söylenebilecek en düşük sözler olsa gerektir.

25 Temmuz 1951 tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla da Türk vatandaşlığından çıkarılır. Mustafa Kemal Nazım'ı affetmez. Falih Rıfkı ve Ali Fuat Cebesoy'a İnönü'nün "affedilecek ve Ankara'ya gelip Hakimiyet-i Milliye -Ulus- kadrosu içinde çalışacak" demesine rağmen Milli Şef'in F. Çakmak engelini aşamadığı söylenir. Fakat Fevzi Çakmak emekli olduktan sonra da oralı olmaz İnönü. Mustafa Kemal'in razı gelmediğinden uzak durmakla açıklanabilecek bir durumdur bu. Nazım bundan dolayı da suçlamamıştır İnönü öncülüğündeki muhalefeti. İnönü ve CHP Nazım için nihayetinde istikbalde uyum sağlayabileceği tek muhalefet odağıdır. Adnan Menderes'in Rusya seyahatinden önce bir darbeyle indirilmesi ve arkadaşlarıyla beraber idam edilmesinin Nazım tarafından nasıl karşıladığını 1955-59 tarihlerinde "Diyet", "Menderes'e Öğütler" ve "Gazete Fotoğrafları Üstüne" metinlerinde görmekteyiz. Zeyl'de bir benzerini gördüğümüz hâlin devamıdır bu.

Büyük bir kin, burada yer vermekte hicap edeceğimiz derecede tiksinti uyandıracak galiz ifadeler vardır bu metinlerde. Bu sövgüler, günümüzdeki Nazım ortak paydasındaki sol-kemalist çevrelerin dil ve üslubunu da açıklar mahiyettedir. 1955 tarihli "Gerileyen Türkiye yahut Adnan Menderes'e Öğütler" şiirinde "Şu muhalefetle de alıp veremediğin ne, Niye öyle hışımla gidiyorsun üzerine" der.

Süleymaniye'nin hayal edilişi
Cins

CHP'ye düşük düzeyden birkaç mısralık ironiyle selamlama yaparken Menderes'e karşı daha doğrusu Türkiye'ye karşı safları sıklaştıran taraftadır. Bir kediyi okşar gibi sever İnönü muhalefetini. Şiirin devamında "Bindiğin dalı kesiyorsun Menderes" diye de İnönü'nün 1960 darbesine giden yolda en ateşli mütercimidir!

Devamı gelecek sayıda…