Son yolcu

MUSTAFA TİMURİ
Abone Ol

en az şehrin kendisi kadar küçük bir otogarda rüzgar ve kar yağışı nöbetleşe hüküm sürüyordu o gün öğle saatlerinde. bu kadar az otobüsün bu kadar çok kişiyi birbirinden koparmasına dair tumturaklı bir şiir tasarlıyordu yarı kaçık bir şair. istediği çıkışı bir türlü başaramamış protest müzik sanatçısı arkadaşı belki bunu da şarkı yapıp yeni albümüne koyar diye hevesleniyordu için için. her mısraya bir sigara ayırmıştı ve daha şimdiden altıncıyı yakmıştı bile.

uzun yıllar sonra bu hikayenin şiirini yazmadığı için çok üzülen şairimizin ekmek kapısı olan otogarın iki çay ocağı vardı. biri halka açıktı, diğeri ise veda sahnelerinin trajedisini o halkın gözünden saklamak istercesine sadece aşıklara ayrılmıştı yazılı olmayan kurallar gereğince. paspal işletmecileri ve biçimsiz garson kıyafetleriyle ortalıkta koşturan yeni yetmeleriyle çok cazip bir görüntü sergilemese de özellikle ikincisinde insanların saatlerce hatta günlerce kalıp o ayrılık anını olabildiğince geciktirme istekleriyle sandalye masalara iyice gömüldüğünü görüp merhamete gelmeyecek biri olamazdı belki de. her nasılsa yıllardır yan yana dizilen üç dört otobüsün şoförleri ise yıllarca aynı sahneleri görmenin bezginliğiyle kendilerini otogar işletmesinin özel lokaline atarlardı büyük bir bıkkınlıkla. bu açıdan bakınca otogarların en aklı başında adamları belki de onlardı.

aylardır yerden kalkmayan kar yüzünden artık dünyanın rengini beyaz sanmaya başlamıştı herkes. yüz yıllarca dağların rengine bürünmüş bir şehir için ciddi bir değişiklikti bu doğrusu. coğrafyayı ve iklimleri kemikleriyle tanıyan yaşlıları bile tedirgin eden bu değişiklik sadece iki kişinin umrunda değildi, o berbat otogarda o ikinci çay ocağında, o girişe en uzak masada oturan ve birbirlerinden başka hiçbir şeyin farkında olmayan iki kişinin..

birkaç sene önce ufacık ihtimalleri büyütüp kocaman umutlar haline getiren birbirinden habersiz şehirlerdeki iki aile ilerde kaderlerinin kesişeceğinden habersiz üniversiteye yolladıkları evlatlarının sırf birbirlerini biraz daha görebilmek için yarım dönem uzattıkları okullarındaki son günlerinin son birkaç dakikasını, iki yudum alınıp unutulmuş iki bardak çayın buğusunda ısıttıklarından da habersizdiler elbet. bilseler dünyayı iki gence zindan edeceklerinden kimsenin kuşkusu olamazdı zaten, o kimdi kızlarına talip olsun ve asıl öteki kimdi ki aslan oğluna kızını yamasın. davul dengiyle çalmalı ve yorgan ayağa ne kısa ne de uzun gelmemeliydi.

henüz yirmili yaşlarının başında, ceplerine harçlıktan gayrı para girmemiş, dünyayı güzelleştirilmeye meyilli bir arazi sanan, fakat sonunda hayatın gerçeklerine çarpıp unufak olan iki yürek şimdi birbirlerine verdikleri sözleri tutamamanın utancıyla ellerini bile birbirlerinin gözlerinden saklıyordu.

genç kızın şehrine gidecek otobüsün anonsu duyuldu o sırada, cellat baltasını bilemişti. usulca son bir kez gözlerinin önünden süzüldü nazenin, elini delikanlının omzuna koyup hafif eğildi ve hoşçakal dedi. geçip gitti..

bir saat geçti aradan, delikanlıya sorsalar yılları devirmişti o kısacık sürede. hesabı masaya bırakıp kalktı, uyuşmuş dizlerine aldırmadan kapıya yöneldi. tam o sırada paltosunun yakasında bir ışıltı hissedip durdu ve elini yakasına attı. sevdiceğinin bir tel saçıydı işte rüzgarda uçmasına ramak kala farkettiği o ışıltının kaynağı. bir saç teli, bir hazine, bir mazi, bir hayalet, bir.. bir..

o saç telini avucunun içine alıp ertesi gün kendi şehrine vardığında açmak üzere yumruğunu sıktı delikanlı sonra. rüzgara bir damla gözyaşı feda edip otobüsüne bindi.

geçip gitti..