Son halifenin resimleri
Dört halifeye sırf yönetici oldukları için “halife” denmiyordu. Bu zatlar en başta “doğru yöneten” zatlardı. Doğrulukları Allah’ın ahkâmına, Rasûlullah’ın ahlâkına, ilmine ve sünnetine uydukları içindi.
Abdülmecid Efendi son Osmanlı halifesiydi. Vahideddin’in yurtdışına çıkmasının ardından Abdülmecid Efendi Ankara’da TBMM tarafından halife seçildi. Bu makamda sadece bir buçuk sene kalabildi. 3 Mart 1924 tarihinde halifelik kaldırılınca yurtdışına sürgün edildi. Fransa’da yaşadı. Orada öldü. İnönü, ailesinin isteğine rağmen, Abdülmecid Efendi’nin, memleketine defnedilmesi talebini görmezden geldi. Cenazesi ölümünden itibaren 10 sene boyunca Paris Camii’nde bekletildi. Sonra Medine’deki Cennetü’i-Bakî kabristanına götürülüp defnedildi.
Evet, acıklı bir âkıbet... Pek çok Osmanlı hânedan üyesi gibi... Oysa Avrupa’da bugün bile kraldan-kraliçeden, prensten-prensesten, dükten-düşesten geçilmiyor. “Demokratik” ülkelerin yarısının başında her nedense bir kral veya kraliçe var. Bunların açı yok, açıkta olanı yok. Aksine malları, mülkleri, servetleri, güçleri muazzam... Meselâ İngiliz devleti şu anda halka değil, hanedana aittir. Onun için kamu kurumlarının isminin başında “Her Majesty’s” ibaresi vardır. Yani “Kraliçe hazretlerinin...”
Hükümet, “Her Majesty’s government”dır, yani Majestelerinin hükümeti... Mahkeme, “Her Majesty’s Court,” yani Majestelerinin mahkemesidir. “Her Majesty’s Customs,” yani Kraliçe hazretlerinin gümrük teşkilatı vardır. Bütün kamu kurumları böyledir...
Bizde saltanat kaldırıldıktan bir asır sonra hâlâ saltanatçı olan var mıdır, bilmiyorum. Ama hilafet bahsi çok farklı. Hilâfetin yeniden tesis edilmesi bütün İslâm toplumlarında önemli bir arzudur. Hilâfetin kaldırılması en çok İngilizler’in işine gelmiştir. Sonra da İkinci Dünya Savaşı’nın ertesi onun mirasını devralan ABD’nin... Fakat hilafeti yok ettikten sonra İslâm dünyasındaki hilafetçi hareketleri de manipüle eden yine İngilizlerdir. Kurdukları IŞİD denen terör örgütünün ismine “Hilafet” ismini koyan da onlardır. Düz mantıklı insanların kavrayabileceği bir şey değil.
Geçen Ramazan Bayramı’nda Sabancı Müzesi’nde son halife Abdülmecid Efendi üzerine olan sergiye gittim. Orada Abdülmecid’in şehzade iken yaşadığı hayata dair parçalar bulunuyor. Resimleri, müzik kitapları ve notaları, yakın çevresi teşhir ediliyor. Sergiyi gezerken Abdülmecid Efendi’nin de kendinden önceki birçok Osmanlı şehzadesi gibi ilim ve sanatla ilgilendiğini görüyorsunuz. Bazıları bunu hânedanın doğuştan yetenekli olmasına bağlar. Elbette öyle değil. Asıl sebep, güzelliğin hayatta önemli bir kriter ve boyut sayıldığı bir toplumda sultanın da bir şekilde güzellikle iç içe olmasının beklenmesidir. Yeteneği olmayan şehzadelere bile sanat eğitimi verilir. Çünkü onlardan iyi ve kötü eseri ayırt edecek derecede zevk sahibi olmaları hedeflenir. Öte yandan şehzadelerin sanatla uğraşmaları bir bakıma bir mecburiyettir. Çünkü onların serbest yaşamaları, padişahtan izinsiz şehir içinde bile bir yere gidip gelmeleri yasaktır. O hâlde bu hapis hayatında insanı meşgul edecek işler bulmak gerekir. Okumak, yazmak, kabiliyeti varsa resim yapmak, müzikle uğraşmak... Bunların hepsi şehzade Abdülmecid Efendi’de de vardı. O bu konuda gerçekten yetenekliydi. Arapça, Farsça, Fransızca ve Almanca biliyordu. Özel müzik dersleri almıştı. Keman, piyano, viyolonsel ve klavsen çalıyordu.
Abdülmecid Efendi’nin en fazla resimde yetenekli olduğu aşikâr. Sanâyi-i Nefîse Mektebi hocalarından resim dersleri almış. Bunlar arasında Osman Hamdi Bey de varmış. Fetih resimleriyle meşhur Fausto Zonaro’dan da faydalanmış. Şair ve yazarlardan oluşan bir arkadaş çevresi var. Bunlardan Tevfik Fikret hem şair hem de ressamdı. Hatta şehzade Abdülmecid, dinsizliğini açıktan ilân eden bu herifin “Sis” şiirini resme geçirmiştir. Abdülmecid Efendi’nin yakın çevresine bakarsanız müstakim ilim ve irfan sahiplerinden ziyade Fikret, Abdülhak Hâmid, Recâizâde, Ebuzziyâ gibi baştan ayağa Batı kompleksiyle dolu tipleri görürsünüz. Kişi arkadaşının dinindendir. Nitekim kendisi de öyledir.
Abdülmecid Efendi bize “kendini kaybetmiş” bir insanın portresini çizer. Osmanoğlu olması, sarayda doğup büyümesi, sonraları isminin başına “halife” unvanı getirilmesi bu gerçeği değiştirmez. O da aynı büyük atası Sultan Abdülmecid gibi Batı’yı ve Batılı her şeyi neredeyse mutlak addeder. Yaptığı resimler Avrupalı ressamların çoğu kere kendi fantezilerini beslemek için yaptığı Oryantalist tarzdadır. Batılılar’ın pek meraklı oldukları “harem” manzaralarını yine onların zevkine uygun çizer. “Haremde Beethoven,” “Haremde Goethe” tabloları sanki “Doğu”yu hayal eden bir Batılının elinden çıkmıştır.
Resimlerindeki şuh cariyeler, sağa-sola yayılmış notalar, Şehzade Efendi’nin kafa karışıklığının göstergesidir. Kısacası, o da bir Orhan Pamuk gibi güya bizden sahneler çizer ama Batı’nın zevkine ve önyargısına hitap edecek şekilde...
Hele çıplak kadın figürleriyle dolu tabloları... Aslında bu resimler bile Batılı Oryantalist ressamların eserlerinden kopyalanmıştır. Düşünün, ileride halife olacak biri ve çıplak kadın tabloları... Bu ondan bir asır evvel başlayan çürümenin kangrenleşmeye kadar varması demektir. Bir kişilik, özgünlük ve kendilik yıkımının son evresidir.
Sergiyi gezerken bir yandan da “halifelik” kavramını düşündüm. Bazı İslâmcı siyasetçilerin öykündükleri makamı... Aslına bakarsanız pek çok kavram gibi bu kavramın da aslını pek bilmiyoruz. Bunlara göre halife padişah demektir. Siyasi bir şahsiyettir. Hatta eli sopalı, “godu mu oturtan,” mutlak güç sahibi birisidir. Dilediğini öldüren, dilediğini güldüren bir “zıll-ı Bârî”dir. Kimse ona itiraz edemez, uyaramaz, zaten o asla yanlış yapmaz.
Dinimizde ilk kez “halife” unvanıyla anılanlar ilk dört halifedir. Bu zâtlara Peygamber Efendimiz hayatta iken “râşid,” yani olgun sıfatını vermiştir. Peki “râşid” ne demek? Sözlükte şöyle diyor: “Doğruyu bilecek ve ayırt edecek seviyede olan, olgun, kemâl sahibi.” Demek ki râşid halifeler sadece Rasûlullah’tan bakiye kaldıkları için veya O’nun yakını oldukları için “râşid” değildiler. Onlara sırf yönetici oldukları için “halife” de denmiyordu. Bu zatlar en başta “doğru yöneten” zatlardı. Doğrulukları Allah’ın ahkâmına, Rasûlullah’ın ahlâkına, ilmine ve sünnetine uydukları içindi.
Kur’ân-ı Kerîm’de “halife” siyasi bir kavram olarak geçmez. İnsanın Allah’ın yeryüzündeki halifesi olduğunu beyan eden âyetler vardır. Hadislerde ise “halife” kavramı “devlet başkanı, yönetici, lider” anlamlarında kullanılır. “Halife,” kelime anlamı itibariyle “bir kişinin yerine geçen” demektir. Türkçe’ye “kalfa” olarak geçmiştir. Kalfa kimdir? Bir ustadan el alan... Onun sanatına, ilmine, ahlâkına vâris olan. Demek ki “halife” aslında “halife-i Rasûlullah”tır. Yani Peygamber Efendimiz’in (sav) idarecilikte vekilidir.
Her şeyde olduğu gibi halifelikte de ölçüler vardır. Mümin olan bir kişinin ister devlette ister şirkette ister bakkalda olsun yönetici olduğunda yerine getirmesi gereken belli başlı şartlar şunlardır: Adaletli olmak, liyâkate sahip olmak ve liyakati gözetmek, ehliyle istişare etmek, emr-i bi’l mâruf ve nehy-i ani’l münker, yani Allah’ın hükümlerini uygulayıp kötülüklerden caydırmak. Ayrıca Rasûlullah Efendimizin (sav) hilâfetin Kureyş’e ait olduğu ve halifelerin Kureyşli oldukları ve olmaları gerektiğine dair Buhârî ve Müslim’de geçen bir hadis-i şerifi vardır.
Bu ilkeleri ve şartları haiz olmayanlar sultan, lider, başkan, başbakan, kral olabilir ama halife olamazlar. Bir yöneticinin Rasûlullah Efendimiz ’in (sav) siyaseten Zihinlerimizdeki halife kavramını düzeltmek gerektiği de âşikâr. Güçten ziyade kişiliğin ve ahlâkın önde geldiğini unutmayalım. vekili olması için O’nun tebliğ ettiği Kur’ân’a ve O’nun sünnetine sıkı sıkıya uyması gerekir. Tarihte gelip geçen Müslüman yöneticilerin elbette hepsi böyle değildi, şimdikiler hiç değil. Zâlimi, hırsızı, arsızı, despotu çok. Bunlar kendilerine halife deseler bile o makâma lâyık olmadıkları açıktır. Ama hemen aşağılık kompleksimiz harekete geçmesin. Bu tespite rağmen eğer çağdaşları olan devletlerle kıyaslarsanız İslâm devletlerinin tarihte en ziyade hukuka ve adalete uymaya çalışan devletler olduğunu görürsünüz.
Evet, 1924’te İngilizler hilafetin kaldırılmasını istediler. Çünkü dünyada en fazla Müslüman nüfusu barındıran imparatorluk İngiliz İmparatorluğu idi. Hindistan onların Asya’daki sömürge dünyalarını muhafaza etmeleri için çok önemliydi. Hind Müslümanları sayıca ve kuvvetçe en öndeydiler. Hindistan’daki hilafet hareketi o kadar güçlüydü ki Gandi bile onu destekliyordu. Hind Müslümanları “hilafeti koruma” gayesiyle Lozan’a bile bir heyet göndermişlerdi. Hatta İngilizler‘in adamları olan İsmailî mezhebinin başı Ağa Han ve Seyyid Emir Ali bile Hindistan Müslümanları adına İsmet Paşa’ya bir mektup göndererek hilâfet kurumunun muhafaza edilmesini istemişlerdi. Türkiye’de ise Hüseyin Cahid Yalçın gibi Sabetayist birisi bile hilafetin kaldırılmasını istemiyordu. Ama İngilizler en ufak bir risk bile almak istemediler. Bunun için hilafete açıktan cephe almadılar. Yeni kurulan cumhuriyet eliyle hilafeti yok ettiler. Hilafet kaldırıldıktan 5 ay sonra İngiliz Parlamentosu Lozan Antlaşması’nı onayladı.
Hilâfet kaldırıldıktan bu yana geçen bir asır içinde halifelik iddia eden pek çok kral, melik, siyasetçi gördük. Bunlar “mehdiyim” diyenler gibi açıkça bu iddialarını ilan edemiyorlar. Çünkü çoğunun sırtını dayandığı veya icazet aldığı Batılı güçleri alarma geçirecek bir şeydir bu. Bazıları ise aslında hilafetin kaldırılmadığını, aksine TBMM’nin “şahs-ı mânevisi”nde korunduğunu söylüyorlar. Halbuki “Hilâfetin İlgasına ve Hânedân-ı Osmânî’nin Türkiye Cumhuriyeti Memâliki Hâricine Çıkarılmasına Dâir Kânunun 1. maddesi şöyledir: “Halife hal’ edilmiştir. Hilâfet, hükûmet ve cumhûriyet mânâ ve mefhûmunda esâsen mündemiç olduğundan hilâfet makâmı mülgadır.” Mündemiç olma teziyle hilâfet ilga edilmiş. Mündemiç olma başka, mahfuz olma başkadır. Dolayısıyla hilafet Meclis’in uhdesinde falan değil. Ah kavramlar! Zaten dini yok etmeye çalışanlar hilâfeti kuytu bir yerde saklarlar mıydı sanıyorsunuz? Onlar isteseler bile patronları olan Batılı güçler buna izin verirler miydi?
İki asırdan beri kendini kaybetmiş Müslümanların siyasi birliğinin yok edilmesinde hilafetin kaldırılmasının önemli bir rolü olduğu açık. Ama zihinlerimizdeki halife kavramını düzeltmek gerektiği de âşikâr. Güçten ziyade kişiliğin ve ahlâkın önde geldiğini unutmayalım. Unutur gibi olursak son halifenin resimlerine bakalım, yeter.