Siyer Kuran'ın neyi olur?
Kur'ân o gün nasıl maddi imkân noktasında olanca haşmetine rağmen cahil, yani karanlık bir çağa indiyse, aynı durum, gerçeğin hakikatle değil, imgeler ve semboller üzerinden ifade edildiği hiper-gerçeklik çağı olan günümüzde de geçerli.
"Kıssasını ve nüzül sebebini bilmeden bir Kur'ân ayetini tefsir etmek mümkün değildir."
Vahidî, Esbâbü'n-Nüzûl, s.6
Siyer, vahiy projesinin hayata geçtiği zemindir. Kur'ân bir proje, siyer veya siret ise o projeye sadık kalınarak çekilmiş, âdeta bir filmdir. Nüzul ortamı zaten doğrudan siyerin sahasıdır.
Bazı tefsir otoriteleri Kur'ân'ı tefsir etmenin, ayetlerin nüzul sebeplerini belirtmekten ibaret olduğunu söyler. Bu noktada İbn Dakîk Îd "Sebeb- i nüzûlün beyanı, Kur'ân'ın manasının anlaşılmasında güçlü bir yoldur" derken İbn Teymiye'ye göre; "Sebeb-i nüzûlü bilmek, ayetin anlaşılmasına yardımcı olur. Zira sebebin bilinmesi bizi sonucun (müsebbebin) bilgisine götürür." Kur'ân ve sünnetin bir bütünlük içinde ele alınıp değerlendirilmesi gerektiği aşikâr bir husustur.
Tarihsellik ve evrensellik yerine bağlamsallığı ön plana çıkartmalıyız. Ki bunun da baştan itibaren sıkça vurgu yaptığımız siyerle ve asr-ı saadetin sosyolojik tablosuyla vuzuha kavuşacağı tartışmasız bir gerçektir.
Bu iki kaynağın birbirinden bağımsız değerlendirilmesi parçacı bir Kur'ân okumayı netice veriyor ki günümüzde belki en büyük problemimiz budur: Her fırka ve meşrebin kendi elindekiyle kendini yeterli görmesi... Şatıbî bu karmaşaya yüzyıllar önce dikkat çekmiştir: "Ayetlerin nüzül sebeplerini bilmemek, şüphe ve sorunlara yol açar. Zahir nasları, mücmel yapıya dönüştürür ki burada ihtilaf baş gösterir. Artık ayrışma ve tartışma kaçınılmazdır."
Konunun daha iyi anlaşılması açısından siyer, sünnet ve hadis kavramları arasındaki farka dikkat çekmek gerekiyor. Siyer veya siret sünnetten daha kapsamlı. Hadisler Hz. Peygamberimizin (s.a.v) hayatından çıkarılmış fotoğraf kareleri ise, siyer bu fotoğrafların öncesi ve sonrasını, çekildiği ortamı ve şartları bize gösterir. Dolayısıyla hadisler fotoğraf, sünnet bir fotoğraf albümü, siyer ise bir video dizisidir. Hatta sünnet bu fotoğraf karelerinin oluşturduğu bir video ise, siyerin kamera arkalarını da içine alacak şekilde ortamı bize aktaran bir yanı bulunuyor. O hâlde şöyle bir işlev sıralaması yapabiliriz: Kur'ân'ın anlaşılmasında hadislerin, hadislerin anlaşılmasında sünnetin, sünnetin anlaşılmasında siyerin yeri doldurulamazdır. İşin bir de Müslümanlığı inşa edici süreci var. Siyer aracılığıyla Kur'ân'ın hedeflediği Müslüman fert ve toplumun inşa sürecini yakından takip edebiliriz. Böylelikle inen ilk surelerdeki nübüvvet, rubûbiyet ve ulûhiyet esaslarından sonra Medine dönemi ayetleriyle sosyal hayatın tanzimini adım adım izleyebiliyoruz. Bu aynı zamanda vahyin davet metoduna ve insanın inanç psikolojisine dair verdiği muhteşem dersin de özetidir.
- Hz. Aişe'nin sözü çok manidar: "Kur'ân'dan ilk inen ayetler, uzun surelerin cennet ve cehennemden bahseden bölümleriydi. Bu şekilde insanlar İslam'a dönünce, helal ve haram bildiren ayetler inmeye başladı. Eğer ilk inen ayetler "içki içmeyin" veya "zina etmeyin" şeklinde olsaydı, insanlar "içkiyi ve zinayı asla bırakmayız" derlerdi."
Yanlış anlaşılmasın, nüzul tertibiyle tefsir yapma usulü, Kur'ân'ın doğru anlaşılmasını garanti eder demiyoruz, lakin en güvenli yöntem ve muradullâhı en iyi ifade eden menhec odur. Tekrar Şatıbî'ye kulak verelim: "Kur'an'daki Medenî sureler Mekkî surelerin anlaşılması üzerine inmiştir. Keza Mekkî sureler de birbirleriyle anlam örgüsü içindedirler. Bu şekilde sure ve ayetlerin kendi iç bütünlüğü gözetilmeden Kur'ân'ı sahih şekilde anlamak mümkün değildir." Burada olası bir sorunu gündeme getirelim: Nüzul ortamı faktörü, ayetlerin anlamının donuklaşmasına sebep olmaz mı? Bu kaygının kısmen haklılık payı var evet, fakat nüzul ortamı ayetin sadece maksadını bize göstermeli.
Usul kitaplarında lafız-mana ilişkisini en ideal şekilde ortaya koyan dört çeşit irtibat anlatılır. Bunların en güçlüsü delâletü'n-nas, yani nassın göstergesidir. Bu metotta ayetin ya da lafzın sevk ediliş maksadı da ortaya çıkmış olur. Delâletü'n-nasta lafzın öncesi ve sonrası, söylenme maksadı gibi mana merkezli bir yaklaşım geçerlidir. Nüzul ortamından kastımız budur.
Zaten ideal tefsir, ayetlerin spesifik nüzul sebeplerine temas etmek değil, daha genelde Kur'ân'ın sebebi nüzulü olan ortam ve şartları, o günkü yerleşik hayatı, adet ve gelenekleri tespit etmektir. Bu şekilde nüzul dönemi dikkate alınarak Kur'ân ayetlerini tefsir etmenin, ayetin anlamının tükenmesine götüreceği şeklinde bir tehlikeden söz edilmişse de, aslında tam aksine bu durum ayetin işlev gücünü artırmaktadır. Bunun için cahiliyye örf ve gelenekleriyle oluşan yaşam biçimini bilmek de şarttır. Çünkü cahiliyye, büyük nüzul sebebidir. Bu manada İslam öncesi Mekke toplumunun Kur'ân'ın genel sebebi nüzulü olduğunu söyleyebiliriz. Bütün bunların yanında, nüzul sebebinin önemi bizi aşırıya götürmemelidir. Kur'ân'ı nuzül ortamından koparmak da nüzul ortamına hasretmek de iki aşırı uç. İkisinin de sonunda yanlış bir Kur'ân okumasına sebebiyet verdiğini görmekteyiz.
Mesela Suyuti el-İtkân'da 250 kadar nüzul sebebi rivayeti zikreder. Rivayet tefsirlerinde toplamda 700'e yakın sebeb-i nüzul nakledilmiştir. Buna rağmen her ayeti bir sebebi nüzulle ilişkilendirmek, ayetlerin nüzul sebeplerini göz ardı etmek kadar tehlikeli sonuçlar doğuracaktır. Kur'ân'ın yorumunda siyerin fonksiyonunu anladığımıza göre, diğer vecheye gelelim. Siyer okumasında Kur'ân'ın merkezi bir rolü var mı? Siyer, bununla ilgili olarak mesela cahiliye dönemine nasıl bir ufuk açıyor? Burada temel nokta, İslam'ın doğduğu dönemin şartlarını kavramadan İslam'ı anlamanın mümkün olmayacağıdır. Kur'ân ayetlerinin tedriciliği göz önünde bulundurulduğunda, hem ayetlerin indiği ortam dikkate alınarak tefsir yapılmış hem de bir toplumun dönüşüm süreci yakından takip edilmiş olur. Demek ki siyer, nübüvvet sürecini bir bütün olarak görüp Kur'ân'ı kendi doğallığı içerisinde okumak ve bir toplumun tekâmül sürecini müşahede etmektir. Gerçekten de en üst medeniyet zirvesine ulaşmış bir cemaatin tamamlanmış destansı hikâyesini, hikâyenin merhâlelerini göz ardı ederek okumak bütün bir maksadı mahvedecektir.
Hadisler Hz. Peygamberimizin (s.a.v) hayatından çıkarılmış fotoğraf kareleri ise, siyer bu fotoğrafların öncesi ve sonrasını, çekildiği ortamı ve şartları bize gösterir.
Çünkü Kur'ân Hz. Peygamberimizle ilgili "sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin" diyor. Anlıyoruz ki Kur'ân'ın ilk talebesi Hz. Peygamberimizdir. İnen ilk ayetlerin özellikle onu muhatap alması bunun ispatıdır. Kur'ân önce bir dava açmış, sonra bu davayı omuzlayacak bir önderi, ardından çekirdek kadroyu, sonrasında nesli yetiştirmiştir. Ve bunu çok titiz bir kuyumcu dikkati ile adım adım yapmıştır.
Siyer, nübüvvet sürecini bir bütün olarak görüp Kur'ân'ı kendi doğallığı içerisinde okumak ve bir toplumun tekâmül sürecini müşahede etmektir.
Siyerin ayrıca cahiliyye yaşantısına açılan boyutunu ihmal etmemeliyiz. Vahyin cahiliyye yaşantısını nasıl ele aldığı burada akla gelebilir. Kur'ân-ı Kerim'de cahiliye yaşantısını ve özellikle çarpık dini hayatı tasvir eden ayetler vardır. Fakat hem bu ayetlerin meseleyi en asgari planda ele alışından hem de sadece hükme medar olacak kadar, yani tenkit edip cevap verecek kadar sınırlı tutmuştur. Kur'ân'da cahiliyyeyi siyasi, ictimai ve dini açıdan tahlil eden ve eleştiren ayetlerin en önemli tarafı, kesinliği ve güvenilirliğidir. Çünkü bu kitap ilahi koruma altında bozulmadan günümüze ulaşmıştır.
Diğer taraftan siyer Kur'ân'ın nesneleşmesi, kişinin Kur'ân'a istediğini söyletmesi gibi çağın en büyük sorununa da çare olacaktır. Hâliyle ayetleri kendi indiği doğal şartları dikkate alarak okumak, ayetin anlam sınırlarını belirlemiş olacaktır. Sonuç olarak, cahiliyyenin inanç, ahlâk ve toplumsal kabulü bilinmeden İslam ahlâkının ne olduğunu tespit etmek mümkün değildir. Peki, o günün cahiliyyesinden günümüz toplumlarına ne gibi dersler çıkarabiliriz? Bu kısım sanıyorum hayati öneme sahip. Kur'ân o gün nasıl maddi imkân noktasında olanca haşmetine rağmen cahil, yani karanlık bir çağa indiyse, aynı durum, gerçeğin hakikatle değil, imgeler ve semboller üzerinden ifade edildiği hiper-gerçeklik çağı olan günümüzde de geçerli. 21.yüzyıl da bir cahiliye çağı olduğu için tıpkı 7. yüzyıl Mekke'sinde olduğu gibi putları yıkarak başlamalı. İnsanın Rabbine yönelişine engel olan her tür siyasi, sosyal ve ekonomik put, tağut, sahte ilah, şeytani desise ve mütekebbir sulta...
- Enam suresinin 19. ayeti günümüz Müslümanlarına düşen mükellefiyeti iyi açıklar: "Kendisiyle sizi ve ulaştığı herkesi uyarmam için Kur'an bana vahyoldu." İmam Kurtubî ayetin aslındaki "belağa" fiilinde zamirin Kur'ana döndüğünü, fakat kelamı uzatmamak için hazfolunduğunu söylüyor.
Yani Kuran'ın ulaştığı bütün zamanlardaki bütün insanları uyarmak için... Aynı ayetle alakalı İmam Razî şunları kaydeder: "Ayetin ilk hitap kısmı Mekkelilere, ikinci kısmı ise Arap acem, ins u cin; kıyamete dek herkesedir. Bunun için Sid b. Cübeyr "Kuran kime ulaştıysa, o Muhammed'i (s.a.v.) görmüş gibidir" der." Konunun ayrıca tarihsellik boyutu var. Kur'ân'ın siyer merkezli okunması, bazı ayetlerin asr-ı saadetle ilgili, dolayısıyla tarihsel olduğu gibi bir sonuca götürmez mi bizi? Öncelikle meseleye eğilirken "neyin nereye götüreceğinden" çok "neyin ne olduğunu" merkeze alan bir yaklaşım içinde olmalıyız. Sonuçta bir şeyin mahiyeti/ neliği etki ve sonuçlarından öncedir. Aksi takdirde kaynaklarımıza, değerlerimize ve hayata bakışımıza gerçekler değil, pozisyonlar ve politikalar hâkim olmaya başlar.
Bu bakış açısıyla soruya yaklaştığımızda gayet özverili biçimde şunun altını çizmek zorundayız: Kur'ân tarih üstü normlar yanında tarihsel ve konjonktürel uygulamalar da getirmiştir. Kur'ân ilk başlarda Hicaz'daki tarihi-konjonktürel dengeleri tevhid, adalet ve ahlâk istikametinde dönüştürmek üzere bir dizi uygulama ve stratejiye geçerlilik kazandırdı. Ulemanın mensuh olduğunu belirttiği ayetlerin önemli bir kısmı bu tutumun eseridir. Sözgelimi her hâlükârda sabır ve barış siyasetini talim eden "Onların söylediklerine sabret, yanlarından güzellikle ayrıl." vb. ayetler, Medine yıllarında yerini mukabele bilmisil ve hatta zamanla -Tevbe suresinde olduğu gibi- genel savaş siyasetini öngören ayetlere bırakacaktır.
Kur'ân'ın bu iki tutumu arasındaki belirgin fark, klasik tefsir geleneğinde nesh teorisiyle çözüme kavuşturulmuştur. Erken dönem müfessirleri ekseriyetle ikinci grupta yer alan ayetlerin birinci gruptaki ayetleri hükümsüz kıldığını, Kur'ân'ın nihaî hükmüne göre gayr-ı müslimlerle ilişkilerin temelde barış değil, savaş politikasına göre belirlenmesi yönünde olduğunu düşünmüşlerdir. Ancak birçok geç dönem müfessiri ve bugünkü hâkim tefsir anlayışına göre, Kur'ân'ın savaş ve barış ayetleri konjonktüreldir. Müslümanlar reel şartlara göre barış ya da savaş politikası güdebilir, her iki durumda da Kur'ân'ın yörüngesinden çıkmış olmazlar.
Elbette verdiğimiz örnekler çoğaltılabilir. Bunların yanına asr-ı saadet sonrası için normatif işlevi olmayan bazı ayetleri de eklemek lazım. Sözgelimi Hz. Peygamberimizin (s.a.v) şahsı ve ailesiyle ilgili hukukî ayrıntılar veren ayetlerin hukukî işlevi yoktur. Keza haram aylarda savaşı yasaklayan ayet de asr-ı saadet sonrası tarihin hiçbir döneminde uygulanmamıştır. Üstelik bu son ayetin nesholduğunu gösteren herhangi bir ayet ya da hadis de bulunmamaktadır. Burası konumuz açısından önemli. Çünkü sahabe bazı ayetlerin belli bir tarihi-konjonktürel arkaplanı olduğunu bilmekte, yeni tarihsel ve konjonktürel süreçlerde farklı uygulamalara olumlu yaklaşabilmektedir. Şu hâlde gecikmiş de olsa günümüz tefsirciliğinin atması gereken adım, cahiliyye dönemini de içeren bir siret perspektifiyle ayetlerin sosyo-kültürel ve sosyo-politik arka planına odaklanarak dinamik bir Kur'ân yorumu ortaya koyabilmektir. Sebeb- i nüzul rivayetlerinin sunduğu yer yer belirsiz ve genellikle dar perspektif bu adımı besleyebilecek durumda değildir.
Bunun için geniş bir siret perspektifi gerekir. Dolayısıyla biz tarihsellik-evrensellik gerilimine hapsolmadan, uygulamalarından çıkarabildiğimiz gibi sahabenin de bilincinde olduğu Kur'ân ayetlerinin bağlamına odaklanmalıyız. Tarihsellik ve evrensellik yerine bağlamsallığı ön plana çıkartmalıyız. Ki bunun da baştan itibaren sıkça vurgu yaptığımız siyerle ve asr-ı saadetin sosyolojik tablosuyla vuzuha kavuşacağı tartışmasız bir gerçektir.