Sinema endüstrisine atılmış şık bir çalım:Mustafa Akkad
- “Ben, Halepli bir gümrük memurunun oğluyum. Babam, bir çok çocuğu aynı anda büyütmeye çalışan; yoksul, fakat son derece namuslu bir adamdı. 18 yaşıma bastığımda, ona Amerika Birleşik Devletleri’ne gidip ‘fi lm yönetmeni’ olmak istediğimi söyledim. Bu, 1940’ların Halep’inde, benim yaşadığım küçük kasabada adeta şakadan farksız bir istekti. Müslüman bir Arab’ın Hollywood’a gitmesi ve sinema sektöründe söz sahibi olması hayâl bile edilebilecek bir durum değildi. Fakat, babam bu düşüncemi büyük bir ciddiyetle dinledi. Bu konuşmanın üzerinden kısa bir zaman geçtikten sonra, henüz 18’imde, beni Şam Havalimanı’ndan Los Angeles’a uğurlarken elini cebine atıp 200 dolar çıkardı. ‘Ne yazık ki bütün birikmiş param bu oğlum, daha fazlası olsaydı onları da gözümü kırpmadan verirdim’ dedi. Sonra, diğer cebinden de bir Kur’an-ı Kerim çıkardı. Mukaddes kitabı avuçlarımın arasına şefkatle sıkıştırırken, ‘Senin için yapabileceğim tek şey, sana bunları vermektir. Bundan sonraki günlerde belki görüşürüz, belki de hiç görüşemeyiz. Ancak şunu asla unutma, dualarım seninledir. Allah, giriştiğin bu davada yolunu açık etsin’ diyerek bana göz yaşları içinde sarıldı. Yarım yüzyılı geride bırakan Hollywood maceram, işte bu veda ânıyla başlamıştır. Onun, ideallerime verdiği bu içten desteği ömrüm boyunca hiç unutmadım. Babam, o günlerde böylesine ileri görüşlü davranmasaydı, ‘Çağrı’ da olmazdı, ‘Ömer Muhtar’ da…” MUSTAFA AKKAD
İkinci Dünya Savaşı’na henüz çok az bir zaman kala, şimdilerde bir ölü şehir haline dönen Suriye’nin Halep şehrinde 1 Temmuz 1930’da doğdu. Yoksul fakat zihni son derece zengin ve berrak bir babanın oğlu olarak... İlk gençliğinde Halep’in varoşlarına gelen gezici sinemalar sayesinde, daha sonraları damgasını vuracağı ‘film’ denilen o büyülü rüyayı tanıdı. Çocukluk bitip gençliğe sarkınca ömrünün tam da başlama noktasında babasının karşısına geçti ve belki de sonrasında hepimizi etkileyecek olan o talebini dile getirdi: “Amerika’ya gidip sinema eğitimi almak istiyorum.” Kaderin derin bir cilvesi diyelim, sinemayı icat eden adamların ülkesine giden bu gencecik çocuk, o işin nasıl yapılacağını tüm dünyaya gösterdi.
Yönetmen olmak isteği karşısında babası Şam Havalimanı’nda uçağa binmeden hemen önce bütün birikmiş parası olan 200 doları ve küçük bir cep Kur’an-ı Kerim’ini uzatarak ‘sana verebileceğim sadece bu kadar’ demişti. Ve elbette duası. 200 dolar, bir cep Kur’an’ı ve yok denecek kadar zayıf bir İngilizceyle Los Angeles’a inen Mustafa Akkad, California Üniversitesi’nde eğitim almayı başardı. Yoklukla geçen, başarılı bir öğrencilik hayatından söz ediyoruz burada. Gündüz okulda, geceleri garsonluk gibi bir yığın işle geçti hayatı. Ve elbette hiç bir gece aksatmadan okuduğu Kur’an-ı Kerim’le...
İkinci Dünya Savaşı bitmiş ve dünyada yeni bir düzen çoktan kurulmuştu. 1950’li yıllar yaşanıyordu ve genç sinemacı Mustafa Akkad, aynı okuldan efsane bir yönetmen Sam Peckinpah ile tanışıp bitirilememiş bir film üzerinde uzun bir süre çalıştı. Cezayir Kurtuluş Mücadelesi’nin anlatılacağı film finansal bazı sorunlar yüzünden hayata geçirilemeyecekti ama yönetmenliğinin ilk tecrübesini burada kazanacaktı. Daha sonra 1970’lerin hemen başına kadar bir Amerikan televizyonunda yapımcı olarak çalıştı. Bunlar sadece hazırlıktı asıl meselesine.
Tartışmaya mahal yok. Mustafa Akkad büyük yönetmen. Hikayenin buraya kadar olan kısmı, sinemayı seven genç bir Müslüman’ın ülkesinden kalkıp binlerce km ötedeki yabancı bir dünyada kendi hikayesiyle var olma savaşı. Ama bizim büyük yönetmenimiz olarak Mustafa Akkad’ın asıl hikayesi tam da buradan sonra başlıyor. Onu tanımalıydınız. Dünyaya anlam katmış ve gerçekten yaşamış biriydi. Gerçek bir yönetmendi. Ta Halep’ten Amerika’ya gittiği ilk gün kafasında olan şey neyse, işte 1974 yılında o dev projeyi hayata geçirme niyeti oydu ve ondan hiç şaşmadı. Önce Suudi Arabistan’a sonra Fas’a gitti. Projesini anlattı, olumlu dönüşler aldı. Yaşadığı coşku hiçbir şeyle tarif edilemezdi. Bir biyografik öyküydü bu, adı da belliydi: Allah’ın Elçisi. Hz. Peygamber’in hayatını sinemayla anlatmak istiyordu ve İslam dünyasının iki zengin devletini arkasına almıştı bile.
Mısırlı İslam tarihçisi Tevfik El-Hakim’in danışmanlığında yazılan senaryoyu Harry Craig kaleme aldı. Ve elbette o unutulmaz müzikler...
İlk anlaşmasını efsane bir oyuncuyla yaptı: Anthony Quinn. Hz. Peygamber’in amcası Hz. Hamza’yı canlandıracak olan Quinn’in projeye evet demesi başta çekingen davranan pek çok büyük oyuncuyu da ikna etti. Quinn, Irene Papas’ı, Akkad da Ebu Süfyan rolü için Micheal Ansara’yı ikna etti. Görüntü yönetmenliği içinse Kwai Köprüsü’nün Oscarlı yönetmeni Jack Hildyard evet demişti. Mısırlı İslam tarihçisi Tevfik El-Hakim’in danışmanlığında yazılan senaryoyu Harry Craig kaleme aldı. Ve elbette o unutulmaz müzikler... Teklif götürdüğünde “önce altı ay çölde tek başıma yaşamam gerekli, çölü duymalıyım” diyen Maurice Jarre, Akkad’ın heyecanını görmüş ve bu baş yapıtta rol almayı çoktan kabul etmişti. Başrolünü göstermeyen bir film olarak sinema tarihi boyunca çekilmiş en ilginç filmlerinden biri olarak bütün dünyayı derinden etkilemiş olan, Türkiye’deki yaygın adıyla Çağrı filmi, İslami gelenekleri de çiğnemeden Hz. Peygamber’in hayatını beyazperdeye aktarma başarısını göstermişti.
Kaddafi’nin cevabı ise aynı netliktedir: Merak etme, ekibini getir. Filmini ben finanse edeceğim.
Fakat her şey bu kadar yolunda gitmiş değildi. Sinema tarihinin en büyük yapımlarından birini çekmek üzere 500 kişilik bir ekiple Fas çöllerinde önce Çağrı’nın savaş sahnelerini çekmeye başlayan Akkad, bir hafta sonra aldığı haberle sarsılacaktı. Hem Fas hem de Suudi Arabistan hükümetleri, vermeyi vadettikleri desteği geri çektiklerini açıkladılar. Ve Fas hükümeti, ‘Fas’ı en kısa zamanda terk etme’ çağrısı yaptı Akkad’a. Proje henüz başlamışken bütünüyle çökmüştü. Fakat cebinde küçük bir Kur’an-ı Kerim’le yolunu Hollywood’a düşüren Akkad kolayca vazgeçecek değildi. Anthonny Quinn’i de yanına alarak Libya’ya gidip, Kaddafi ile bir görüşme ayarlamayı başardı. Akkad, Libya lideri Kaddafi ’ye: “İslâm, yeryüzündeki gariplerin dinidir. O da garip geldi ve gariplerin eliyle büyüdü. Fakat, sinemada İslâm’ın öyküsünü anlatacak olan bu filmin, yüzlerce yıl sonra aynı garibanlıktan nasibini almasına lütfen izin vermeyin. Eğer ki bu işi yıllardır Hollywood’da çalışan ben başaramazsam, bir daha da hiç kimse böyle bir film yapamaz. Çünkü Fas’ta yaşanan çirkin olayı gördükten sonra, bu işe kalkışacak bütün Müslüman sanatçıların cesareti sonsuza kadar kırılacaktır” der. Kaddafi’nin cevabı ise aynı netliktedir: “Merak etme, ekibini getir. Filmini ben finanse edeceğim.”
Yaşanan kısa süreli problem çözülmüş ve İslam Peygamberinin hayatı nihayet beyazperdede anlatılabilecekti. Trablus’ta prefabrik bir köy kuruldu ve Kaddafi , çekim ekibi için çöl sıcağına karşı özel soğutmalı devasa klimalar getirtti. Sinema tarihinin belki de en zor şartlarında çekimlere başlanmıştı. Sadece kameraların içine kaçan ve film negatiflerini zedeleyen kum tanecikleri için bile yanlarında elektrik süpürgeleri bulunan bir ekip çalışıyordu. Bütün sinema tarihine tam anlamıyla bir meydan okuma olarak başlayan çekimler, iki ayrı ekip tarafından iki ayrı film olarak ilerliyordu. Çoğunluğu Amerikalı ve Avrupalı oyuncularla bildiğimiz Çağrı çekiliyor, hemen peşinden Arapça versiyonu olan Er-Risale çekiliyordu. Anthony Quinn’in sahnesi bitince o kenara çekiliyor ve Mısırlı aktör Abdullah Gheith gelip yine Hz. Hamza’yı canlandırıyordu. Aynı sette aynı anda iki filmin çekildiği bu deneme de yine sinema tarihi açısından bir ilkti.
Yaşanan bir dünya zorluğun ardından 1977’de gösterime girdiğinde Türkiye’nin de içinde bulunduğu pek çok ülkede olağanüstü yankı buldu Çağrı filmi. Akkad, bir söyleşide şunları söyleyecekti: “Amerika Birleşik Devletleri’ne göç etmiş ve Hollywood’da iyi-kötü bir konum elde etmiş Müslüman bir sinemacı olarak, böyle bir projeyi gerçeğe dönüştürmek boynumun borcuydu. İlk hedefim kesinlikle para kazanmak değildi. Çocuklarım bana ileride ‘Baba, kendi kültürünü ve dinini insanlığa tanıtmak için ne yaptın?’ diye sorduklarında verebilecek sağlam bir cevabım olmalıydı.” Mustafa Akkad haklı çıkmıştı ve tüm dünyada yüzbinlerce insan, kitleler halinde Çağrı filminden etkilenip İslam’ı seçmişti. Dahası, ısrarla oluşturulmaya çalışılan art niyetli bir kurgudan ibaret olan Batı’nın ‘İslam’ algısını yerle bir edecekti.
Cebinde, babasının verdiği 200 dolar ve bir cep Kur’an’ından başka hiçbir şey olmaksızın Amerika’ya giden bu genç Müslüman, hayatının projesini gerçekleştirmiş ve üzerinden yarım asra yakın bir zaman geçmiş olmasına rağmen hala insanları etkileyen müthiş bir projeye imza atmıştı. Filmin etkisi, Libya lideri Muammer Kaddafi ’ye de büyük prestij kazandırmıştı şüphesiz. Mustafa Akkad, Hollywood’daki yolculuğuna korku filmleriyle devam etmiş ve gişe filmlerinde de başarılı olarak Hollywood’daki konumunu sağlamlaştırmıştı. Ama bu büyük yönetmenin hedefi sadece para kazanmak değildi. Bu sebeple 1980 yılında yine yanına Anthony Quinn’i alarak Muammer Kaddafi ’ye gidip yeni projesinden söz etti: Çöl Aslanı: Ömer Muhtar. Kaddafi , hayranı olduğu Ömer Muhtar’ın sinemada anlatılmasından büyük heyecan duyunca ikinci kez bir Mustafa Akkad projesini finanse etti. Ve bu kez sinema açısından Çağrı’nın da üzerinde bir başyapıt ortaya çıktı. Büyük kahramanımız Ömer Muhtar’ın hayatı...
Her iki film de Kaddafi’nin finanse etmiş olması dolayısıyla Amerika ve Avrupa’da baskıyla karşılaştı elbette. Fakat ne olursa olsun usta yönetmen, İslam dünyasına iki büyük sinema filmi armağan etmeyi başardı. 1978’de daha çok ekonomik kaygılarla girdiği ‘Cadılar Bayramı’ deneyimi büyük ilgi görünce, ustanın yapımcılığı tükenmez taleplerle karşılaştı ve Ömer Muhtar’dan hemen sonra Cadılar Bayramı serisinin yapımcılığına devam etti. Fakat bu sadece ticari bir gerçeklikten ibaretti. Yoksa Mustafa Akkad, hangi hikayeyi okumak için, hangi şarkıyı söylemek için dünyaya gönderildiğini çok iyi biliyordu. Hollywood gibi bir sahtekarlık ülkesinde, çektiği iki olağanüstü filme rağmen kendini kabul ettiren Akkad, sadece bu iki filmle kalmak istemiyordu elbette. Kafasında daha pek çok proje vardı. Biri mesela 1995 yılından beri üzerinde çalıştığı Selahaddin Eyyubi projesiydi. Ürdün devletinden desteğini de almıştı, Kral Abdullah’ın bir Mustafa Akkad hayranı olmasının bu destekte elbette payı vardı. Aralık 2004’te bir basın toplantısında yakın bir tarihte çekimlere başlayacağını ilan etmişti. Usta yönetmen, Selahaddin Eyyubi rolü için Sean Connery’yi ikna etmişti bile.
Asıl bomba haber ise hemen öncesinde 2002 yılında Türkiye’ye geldiğinde duyulmuştu. Akkad, “İstanbul’un Fethi” filmi için Kültür Bakanlığı’ndan yetkililerle görüşmüş ve bazı yetkililerden destek sözü de almıştı. Büyük bir plato kurulacak ve İstanbul’un Fethi, nihayet hak edildiği şekliyle beyazperdeye aktarılabilecekti. Fakat bu iki güzel haber de Kasım 2005’te yaşanan o acı hadiseyle birlikte tarih oldu. İlerleyen yaşına rağmen büyük projeleri için İslam dünyasının farklı yerlerinden destek almaya çalışan Mustafa Akkad, kızıyla buluşmak için gittiği Amman’da kaldığı otele El Kide tarafından yapılan bombalı saldırı sonucunda kaldırıldığı hastanede şehit oldu. Hepsi bu. Çektiği iki filmle tüm dünyaya İslam’ı anlatan ve yüzbinlerce insanın İslam’la tanışmasına vesile olan bu büyük ve güzel adam her şeye rağmen, kendi şarkısını okuyup bu dünyadan çekilebilmişti. Bir garip olarak elbette. Filmi çekilmedi, şarkısı söylenmedi, kitabı yazılmadı. Ali Murat Güven de olmasaydı neredeyse Türkçe bir biyografisi bile olmayacaktı. Her şeye rağmen, bizim onu çabucak unutmamıza rağmen, sadece iki filmle bütün kardeşlerini kendinden razı etti Mustafa Akkad. Allah da ondan razı olsun.