Sezai Karakoç'un yerli kültürü düşünme tarzı
Sezai Karakoç’un kültür teklifi, Türkiye’nin 1960’lardaki tartışmalarını kavrama sürecini zenginleştireceği için ciddiye alınmayı hak ediyor. Bu nedenle onun bu yıllardaki metinleri, belli teklif güzergâhlarının anlaşılmasına imkân tanıması bakımından ufuk açıcıdır.
Türkiye’de fikri ve siyasi cereyanlar, 1960’lı yıllarda ciddi tezlerle, büyük iddialarla kamusal alana çıkarken aynı zamanda giderek bazı meselelerde karşılaşmalar, kesişmeler, çatışmalar da vuku buldu.
Hem sanatı ve kültürü tam manasıyla anlamak hem de teorik düşünce ve entelektüel tartışma kapasitesine sahip olmak için bunların mutlaka dikkate alınması gerekir.
Tahmin edileceği gibi mesela yerlilik, sağ, kültür, millîlik, Osmanlılık hatta laiklik meselesi bugünkünden daha hararetli bir şekilde tartışılmıştı. Hem sanatı ve kültürü tam manasıyla anlamak hem de teorik düşünce ve entelektüel tartışma kapasitesine sahip olmak için bunların mutlaka dikkate alınması gerekir.
Yüzeysel bakışların ötesine geçen gerçek karşılaşmaların vuku bulduğu yılları içeren 1960 sonrası Türkiye’sinin değişim dinamiklerini kavramak açısından, dönemin edebiyatçı kimliği öne çıkan kişiliklerinin özel ve farklı bir değerinden söz açılabilir ancak bu sayede daha isabetli yorumlar yapılabilir. Hâl böyle olunca, yazarların ve şairlerin düşünce dünyası bakımından çok önemli yazılarını bütünlüklü bir şekilde değerlendirmeyi gündeme almanın yararı kendiliğinden anlaşılır. Hiç şüphesiz edebiyatçıların süreli yayınlarda memleketin temel meselelerine dair söz alma girişiminin altında, kendilerini her şeyden önce bir düşünür olarak görmeleri yatar.
27 Mayıs 1960 sabahından sonra
Sezai Karakoç, Türkiye’yi yorumlarken Harb-i Umumi’nin acı tecrübesini, İstiklal Harbi’ni, en sert devrimlerin hayata geçirildiği erken Cumhuriyet dönemini, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki düzeni, 1950 ertesinde Halk Partisi iktidarının siyasi ve ideolojik zeminini kuran ittifaklar, uzlaşımlar ve birleşim çabalarının çözülmesini ve 1960’ları bir arada ele almak gerektiğinin farkındadır. Fakat kültürel sorunları tahlil eden metinlerinde, 27 Mayıs 1960 darbesinin, Türkiye’de tetiklediği tartışmaları ve toplumsal alandaki tahribatlarını sergilemeyi amaçlamasından ötürü, altmışlı yılların daha çok yer tuttuğu da hemen fark edilir. Gelgelelim Karakoç üzerine yapılan çalışmalar bilhassa ikincil kaynaklardan hareketle kaleme alınanlar, sıklıkla onu soyut biçimde ele alma temayülünde olduğundan, dönemin genel iklimi üzerinde hiç durmaz. Oysa Karakoç’un, çeşitli tartışmalar bağlamında gündeme taşıdığı “yerli kültür” teklifi 1960’lar dikkate alınmadan bihakkın kavranamaz.
- Kültür politikalarını iki katmanlı bir şekilde ele alan Sezai Karakoç, çoğunlukla Marksistlerin tıpkı Batıcılar gibi boş hayaller içinde çırpındığını, buna mukabil Türk insanının gözle görülmez Batı zincirlerini çözmeyi başardığını gündeme getirir.
Bu bakımdan yaklaşımları özünde halk adına “halka” seslenmeyi içeren ve yozlaşmış elitlerin eleştirisini öne çıkaran popülizmi akla getirir. Dolayısıyla kaçınılmaz olarak tarihe, kimliğe ve kökenlere hitap eder. Ayrıca herkesçe bilinen bir gerçeği; kültürleri sallantı geçiren ülkelere ve “tüm mümkünlerin kıyısındaki”Türkiye’ye gene Batı kaynaklı bir akım olan sosyalizmin alternatif bir teklif şeklinde sunulması konusunda dikkatli hareket etmeyi salık verişi hatırlanabilir. Zaten Sütun kitabında vurguladığı üzere, Karakoç açısından 1960 sonrasında gün yüzüne çıkan Marksizm son tahlilde pozitivizmin yerini almak için çırpınan ve “yerli kültürle savaşan” bir akımdır.
Buna mukabil, türlü imkânsızlıklar içinde boy veren “yerli düşünce, inanç ve aksiyon akımlarının” geleceğin zengin düşüncesine zemin hazırlayacağından ümitlidir. Bir bakıma ütopyadır, iki adım yaklaşılınca iki adım uzaklaşılan… Zaten ütopyada son kertede çaba sarf etmeye yaramaz mı? Karakoç’un kültür teklifi, Türkiye’nin 1960’lardaki tartışmalarını kavrama sürecini zenginleştireceği için ciddiye alınmayı hak ediyor. Bu nedenle onun bu yıllardaki metinleri belli teklif güzergâhlarının anlaşılmasına imkân tanıması bakımından ufuk açıcıdır.
Siyasi akımlar arasındaki mücadelenin tüm hızıyla devam ettiği vasatta Sezai Karakoç’un Yeni İstanbul gazetesinin “Farklar”, Babıalide Sabah’taki “Sütun” köşeleri ile Diriliş dergisinde okurlarla buluşan, heyecan katsayısı yüksek metinleri genç nesil üzerinde büyük bir etki uyandırır. Hiç şüphesiz Karakoç’un 1960’ların başlarında ve ikinci yarısında radikal ve farklı bir siyasi duruş geliştirmesi onun aktüel meseleler etrafında yazdıklarıyla doğrudan bağlantılıdır. İslâm âleminin, Afrika’nın, Ortadoğu’nun ve Türkiye’nin meselelerini enine boyuna kurcalayan, onlara çözümler getiren yazılarında kültür esaslı bir yer tutar.
Kabul etmek gerekir ki, Sezai Karakoç, Diriliş dergisindeki hatıralarında bu konuda daha somut birtakım tahlillerde bulunur ve yeni bir dil inşasının gerekliliğinin altını çizer. Bu yıllarda Türkiye’deki egemen sağ cenahın dar komünizm eleştirisini aşan bir bakış açısını takip edebileceğimiz eserleri arasında Yazılar (1967), İslâm Toplumunun Ekonomik Strüktürü (1967) ve Sütun I (1969) ve Sütun II (kitaplaştığı tarih 1975) dörtlüsünü sayabiliriz. Onun bu kitaplarındaki yazıları altmışlı yılların ortalarından başlayarak, seksenli yıllara kadar süren zaman dilimi içerisinde, kendisinden sonra gelen okuryazar İslâmcı kuşaklara yepyeni bir dil ve üslup kazandırmıştır. Ne var ki pek çok kişinin onun bu metinlerini genellikle kıt hayal gücüyle ve cılız yaratıcılıkla malul antikomünist gözlükleriyle okuduğu da inkâr olunamaz.
Solgun edebiyatın ötesi
Sezai Karakoç’un süreli yayınlardaki yazıları, toplumdaki ve siyaset dünyasındaki gerçek değişimleri ele aldığı gibi çağdaş, kültürel ve fikri tartışmalarla da ilgilenir. Güncel sosyal-siyasi olguları ve olayları değerlendirirken, sadece soyut dünyayla sınırlamaz kendini, başka yazarların eserleriyle de ilgilenir.
Karakoç’un, çeşitli tartışmalar bağlamında gündeme taşıdığı “yerli kültür” teklifi 1960’lar dikkate alınmadan bihakkın kavranamaz.
Aslında Karakoç, edebiyat alanındaki yol açıcı yeniliklere odaklanmaktadır ve bir ölçüde kültürel-politik bilinçteki çok güçlü ve kalıcı değişimin çerçevesini çizmeyi amaçlamaktadır. Örneğin Karakoç, bir yazısında Büyük Doğu’nun önemini enine boyuna irdeler ve onu sadece bir dergi zannedenlerin aldanacağının altını çizer. Rasim Özdenören’in ilk hikâye kitabı Hastalar ve Işıklar (1967) ile Cahit Zarifoğlu’nun İşaret Çocukları (1967) kitapları üzerine “yerli kültür için yürütülen savaşı” desteklemek için müstakil değerlendirme yazıları kaleme alır.
Verilenle yetinmeyen araştırıcılığı ile ünlenen Necla Pekolcay’ın sonraki yıllarda daha da geliştireceği İslâmî Türk Edebiyatı (1967) kitabını, ufka açılan bir pencere dolayısıyla da edebiyat kaynaklarını canlandıracağı için takdir eder. Belli eserleri öne çıkaran yazıları, yerli kültürün kendi bileşenlerine çağrıda bulunacak stratejik araçların altını çizer. Hiç şüphesiz bunlar pek bilinmese de, dönemin sol kültürel ürünlerinin gerçekçilik iddialı propaganda yüklü eserlerine karşı yeni bir hikmet arayışının tezahürü olarak selamlanır.
Karakoç, hem kullandığı kavramlarla hem de yepyeni bir tarz ve eda ile “yerliliği” öylesine farklı bir biçimde dönüştürmüştür ki, kendisinden ayrılan kuşaklar edebiyatı, şiiri, hikâyeyi, tarihi ve en genel anlamda kültürün anlam ve değerini, onun açtığı tartışma çerçevesinde düşünmüş ve değerlendirmişlerdir.
Elbette sadece İslâmî yönü baskın yazarlarla ve eserlerle sınırı değildir onun göndermeleri. Aktüel bir meselenin tahlilinde Franz Kafka’nın Dönüşüm eserinin karakteri Gregor Samsa karşımıza çıkar. Başka bir yerde ise Jean Paul Sartre’ın Materyalizm ve Devrim’de, komünizmin, idealizmin diyalektiğinden yararlandığını çok güçlü bir şekilde anlattığına dikkat çeker. Komünistlerin hiç bir hakikatin mutlak olmadığını iddia ettikleri hâlde, kendi hakikatlerinin niçin mutlak olduğunu açıklayamadıklarını ve çıkmaza düştüklerini ifade eder. Dahası, Marksizm’in çağımızın “mit” ihtiyacından faydalanmak suretiyle yaygınlık kazanmasına temas ederek, “hakikat yıkıcılığını hakikat hâline getiren”, akımı yapı-bozuma uğratır.
Kültür politikaları büyük ölçüde hümanistik kurgunun sahasında biçimlenen Türk solunu farklı düzeylerde eleştiren Sezai Karakoç, Sütun I kitabındaki “Solgun Bir Edebiyat” başlıklı yazısında şiirden hikâyeye ve romana kadar sosyalist görünümlü edebiyat ürünlerini masaya yatırır. Türkiye’de sol edebiyatın, yazarların kişiliklerinin, eserlerine yansıyan yakınmaların ötesine geçemediğini dile getirir. Karakoç, bunun temelinde yerli edebiyattan organik bir şekilde istifade edilmemesinin yattığı kanaatindedir. Bu çerçevede Karakoç’un 1960’lı yıllarda cevabını aradığı sorular arasında “Türkiye’de sosyalist bir edebiyat var mıdır?” da yer alır. Ona göre, buna cevap verebilmek için, sosyalistlerin her şeyden önce şiir, roman, hikâye gibi türlerde ciddi bir varlık göstermiş olmaları gerekir. Karakoç’un bu konudaki araştırmaları onu olumsuz bir neticeye ulaştırmıştır. Soldaki şairlerin kendi eserlerini değerli sayarak bundan abartmalı bir biçimde söz etmeleri karşısında söyledikleri bunun en katı ifadesidir. Nitekim Sütun I kitabında, Türk edebiyatına toplu bir bakışın, sosyalizmin edebi türlere sadece iğreti bir biçimde eklendiğini göstereceğini ileri sürer ve şöyle devam eder:
- Karakoç’un 1960’lı yıllarda cevabını aradığı sorular arasında “Türkiye’de sosyalist bir edebiyat var mıdır?” da yer alır. Ona göre, buna cevap verebilmek için, sosyalistlerin her şeyden önce şiir, roman, hikâye gibi türlerde ciddi bir varlık göstermiş olmaları gerekir.
“Sosyalist şairin şiirinde, sosyalizm, çok defa ya hiç yoktur, ya sızlanış hâlinde vardır veya birtakım unsurlar hâlinde vardır. Hatta sosyalist bir şairin gerçeklerle tam ilgisiz, fantezi sıkıntılarını anlattığı şiirleriyle övünüp durduğu görülür. Sosyalist şair, sosyalist olmayan bir alanın poetik direncinden bol bol faydalanır. Toplumu derinliğine konu alan şairleri hemen hemen hiç yok, Türkiye’deki sosyalist edebiyatın.”
Sezai Karakoç’a göre sol çevreler, basmakalıp “sığın sığı bir edebiyat” anlayışı ve pratiği içinde kavrulup durmalarına karşın, basındaki güçlü etkilerinden dolayı eserleriyle olmasa da propagandayla yaşamayı başarırlar. Ona göre gerçek Türk edebiyatı, yeniden dirilişini gerçekleştirdiği gün bu isimlerin esamesi okunmayacaktır. Karakoç’un dönemin sol edebiyatını değerlendirmek için bir ölçü sunan “Solgun Bir Edebiyat” başlıklı metninin hemen ardından, “Bu Toprakların Edebiyatı” yazısının gelmesinin sebebi Türk insanına ve kültürüne eğilmenin yolunu ve yordamını ortaya koymak istemesindendir. Karakoç, dönemin gelişmelerini “yerli kültür” zaviyesinden ayrıntılı bir şekilde şöyle açıklanıyordu:
“Devrimciler, Marksistlerle hesaplaşmalarını ertelemekle, kendi hesaplarına geriye dönülmesi çok güç bir vakti kaybetmişlerdir. Şimdi başlangıçta hep Marksizm’in yedeğinde, yerli akımlara karşı çıkmaktan başka bir şey yapmayacaklar, sonunda da, eğer beklenmedik bir olay yardımlarına koşmazsa, Marksizm’in içinde eriyip gideceklerdir. Şimdi yerli kültürle hesaplaşma sırası Marksistlere gelmiştir. Yerli akımların az çok sesini duyurabildiği demokratik düzeni yıkmağa çalışmalarının sebebi budur. Marksistlerin en çok korktukları hiç şüphe yok ki İslâm’dır. İslâm’ın sesini kısabilirlerse, başarının artık, kendileri için gün meselesi olacağını çok iyi bilirler. Bunun için, bütün kuruluşları aldatarak, türlü vehimler aşılayarak, bu sesi kısmak işini onlara yaptırmak istiyorlar.” Memnuniyetsizliği ve karşı çıkışı yansıtan bu satırlar, yerliliğin mahiyeti üzerine yoğunlaştığından, muhtemelen her çeşit çağdaş yerlilik teklifini anlamak bakımından da faydalı olacaktır.
1960’lar dikkate alındığında rahatlıkla şu söylenebilir: Sezai Karakoç, yerli kültürün sürgüne gönderildiği bir ülkede endişelidir, bir arayış içindedir. Bu bakımdan yerlilik kavrayışları içindeki konumu istisnidir. Çünkü kendi dönemindeki Batıcı, sol kültürel ve edebi düşünceleri eleştirmiş, büyük ölçüde yerlilik kavramının anlamını kendi sistematiği içinde dönüştürmüştür. Kavramı kültürü düşünmenin içine dâhil etmiş, sonuç olarak en genel anlamda yerliliği “görme” biçimini köklü bir şekilde değiştirmiştir.
Hiç şüphesiz sonraki yıllardaki edebi eksenli yerlilik vurgularının temelleri büyük ölçüde onun tarafından atılmıştır.
Karakoç, hem kullandığı kavramlarla hem de yepyeni bir tarz ve eda ile yerliliği öylesine farklı bir biçimde dönüştürmüştür ki, kendisinden ayrılan kuşaklar edebiyatı, şiiri, hikâyeyi, tarihi ve en genel anlamda kültürün anlam ve değerini onun açtığı tartışma çerçevesinde düşünmüş ve değerlendirmişlerdir.
Ne var ki Türkiye’de solun derinlik kazanmasının önündeki en önemli engelin yerli kültür dayanaklarından yoksunlukla izah eden Sezai Karakoç’un 1960’lı yıllardaki yazılarının 1990’lardaki yerlilik tartışmalarında ve sonrakilerde ihmal edilmesi üzerinde düşünülmesi gereken bir noktadır. Öyleyse sağlam ve doğru ilerleyebilmek için, 1960’ların siyasi, sosyal ve kültürel tartışmalarını göz ardı etmeden Karakoç’un bu dönemdeki yazıları daha detaylı bir şekilde ele alınmalıdır. Konunun güncelliği de bunu gerektirmektedir. Zira söz konusu metinler, yerliliğin mahiyetine dair tartışmalar açar. Aynı zamanda kültür politikasının yeniden hangi çerçevede düşünülmesi gerektiğini dahası kendi konumunu belirgin kılma sürecinde nasıl sorgulayıcı olunabileceği konusunda farklı bir bakış açısı ortaya koyar.