Seyri mümkün olmayan

SERDAR BİLİR
Abone Ol

Sinemanın ve romanların teslim alındığı bu seyirsiz sanat çürümesine öykünün umut olabileceğini düşünüyorum. Zira öykü yapısı itibarıyla bir fotoğraftır, görüntüdür. Bu yönüyle de hâlâ seyre imkân sunabilecek bir potansiyele sahip.

Bir hokkabaz tüm numarasını gözümüzün önünde yapar. İnsanları gösterisine inandırabilmek için birtakım abartılı hareketlerle onlara birçok detay gösterir. Kendisine gösterilen detaya odaklanan izleyici, bir anda hokkabazın numarasını sergilemesiyle şaşkına döner ve hayretler içerisinde diğer numarayı beklemeye koyulur. Modern dünya uzunca bir zamandır, gözün ve görmenin iktidar olduğu, görünür olanın var olabildiği bir kurguyu işletiyor. Bu kurguda tıpkı hokkabazın yaptığı gibi gözümüzün önüne hep detaylar sokuluyor ve el çabukluğuyla hakikat çarpıtılıyor. Biz görüntülerin hızla akışına kapılıp pasif izleyiciler hâline geliyoruz. Görmenin ve görüntünün iktidar olduğu dünyada hepimiz göz göre göre aldanıyoruz. Aldanıyoruz çünkü idrak etme fırsatı bize verilmiyor. İdrak ise görmekle değil ancak seyretmekle mümkün. Sahnelenenlerin bütününe ancak seyrederek vakıf olabiliriz. Seyretmek ve seyre dalmak yaşadıklarımızdan çıkaracağımız sonuçlar hususunda en az hataya düşme fırsatını verecektir bize.

Hayatımızda sürekli olarak bir görüntü bombardımanına maruz kalıyoruz. Seyrinin mümkün olmadığı bu görüntüler bizleri izleyici konumuna getiriyor. Roland Barthes, izleyici için "onun için önemli olan inandığı değil gördüğüdür" der. İzleyici, gördüklerinin inandırıcı olup olmadığına dahi odaklanamadan bir diğer görüntünün hücumuna uğrar ve nihayetinde gördükleri, göremediklerinin üstünü örterek hakikat çarpıtılır. Bu durum sosyal paylaşım ortamları, haber fotoğrafları, Netflix dizileri, sinema filmleri ve edebiyat alanında modern öyküler ele alınarak örneklendirilebilir. Sosyal paylaşım platformlarında story dediğimiz, kendi akışına bırakıldığında üzerinde üç saniyeden fazla duramadığımız bir görüntü paylaşma modası var örneğin. Orada istenen yalnızca görmemizdir. Zaten görüntüyü açtığımızda uygulamalarda görüldü bilgisi veriliyor paylaşımı yapan kişiye. Haber fotoğrafları ise sarsıcı, sansasyonel ve üzerinde durma ihtiyacı doğurmayan görüntülerden seçiliyor.

Sinema filmlerinde birtakım uzun metraj sinema örnekleri hariç özellikle menşei Amerikan sineması olan filmlerin tamamında sansasyonlar hızla birbirini takip ediyor. Netflix dizileri ve kurmaca metinler ise ayrıca üzerinde durulması gereken birtakım bozulmaları barındırıyor artık. Burada Netflix dizisi dememin sebebi o dizilerin adı geçen platformda yayınlanıp yayınlanmaması değil. Başka bir dizi/film paylaşım ağı platformu da olabilir. Netflix dizisi dediğimiz kavram artık kendi başına bir kültür olmuş durumda. O sebepten üstüne basa basa (belki biraz da baymış olsa da) Netflix dizileri tanımını kullanıyorum. New York Times'da Farhad Manjoo tarafından kâleme alınmış bir makalede Netflix hakkında şöyle bir cümle kuruldu: Netflix, Amerikan fikirlerini yabancı bir kitleye satmaya çalışmak yerine uluslararası fikirleri küresel bir kitleye satmayı hedefliyor.

Bu dikkate alınmayacak bir tespit değil. Burada bir misyondan söz ediliyor, Amerikan fikirlerinin yabancı kitlelere satılması meselesi Hollywood misyonu iken artık bunun terk edilip yepyeni bir popülist kozmopolitizmin hedeflendiği sonucunu çıkarabiliriz. Bu platformda dizilerin ya da filmlerin içerikleri sürekli tartışma konusu oluyor ve eleştiriliyor. Bence bu içerikler yaydığı kültürün yanında neredeyse önemsiz kalıyor bile diyebilirim. Çünkü bir filmle yapılabilecek propaganda çoğunlukla hedefe ulaşır belki ancak bununla birlikte kalıcı bir sonuç elde etmek de pek mümkün olmayabiliyor. Ancak burada daha evvel olmayan, Netflix kültürüyle beraber ortaya çıkan ve asıl muarız olan meselemiz daha başka. İngilizcede "binge watching" diye adlandırılan aralıksız izleme sendromunun oluşması Netflix tarzı platformların getirdiği alışkanlıkların ürünüdür.

Dünya koca bir köy ve o köyün yetişkin insanları bir yanda binge eating denilen iptila noktasında tıkına tıkına yemek yeme alışkanlığına düşmüş, diğer yanda da binge watching denilen rahatsızlıkla kusana kadar görüntü izliyor. Aileler evlerinin karanlık odalarına biraz göz attıklarında bu yeni insan türü olan robotları görecekler. Hem yaşamlarının sıradanlığı hem de duygularının tatminsizliği yönüyle ilk yarı robot yarı insan denemesini belki de bu ortamlardan çıkan insanlarda göreceğiz. Öyle ki artık bir makine gibiler ne yediklerinden bir keyif alıyorlar ne de izlediklerinin bir doyumu oluyor.

Israrla izlemek diyorum çünkü bu şekilde günlerce ekranda ayrılmadan sansasyonların büyüsüne ve uyandırdığı merak unsuruna kapılarak saatlerce izlenen/bakılan bir kurguya seyretmek demek akla aykırı düşer. Artık bir madde bağımlılığı gibi kişiyi ekrana bağlayan merak unsurunun getirdiği bu durum bu reytingi ve teveccühü asla hak etmiyor. Burada yalnızca diziler ve sinema filmlerine değinip geçmek eksik kalacaktır. Artık üretilen öykü ve romanlar da birer Netflix dizisi kıvamına gelmiş durumda. Hem yerli edebiyatımızdan yeni basılan öykü ve romanları hem de Türkçeye yeni çevrilmiş yabancı roman ve öyküleri okumaya çalıştığım bu son dönemde yeni basılmış kitaplar hakkında yazılan okur yorumlarına göz attığımda hepsinde ortak bir değerlendirmenin olduğunu görmek mümkün:

Soluksuz okudum, elimden bırakamadım, aralıksız bir macera... vesair. Son dönem roman ve öykülerinin ayrıca sürekli dünyadaki hayatın alt üst olduğu bir kurgu curcunasına ya da sürekli post apokaliptik romanlar cümbüşüne dönmesine ise henüz değinmiyorum. Bu başka bir zamanda mesele edilebilecek bir edebî globalleşme örneği. Sinemanın ve romanların teslim alındığı bu seyirsiz sanat çürümesine öykünün umut olabileceğini düşünüyorum. Zira öykü yapısı itibarıyle bir fotoğraftır, görüntüdür. Bu yönüyle de hâlâ seyre imkân sunabilecek bir potansiyele sahip.

Yalnız burada da iki tuzak var. Bunlardan birisi, öyküler son dönemde artık kendi kendini pürüzsüzleştiriyor. Bu bir eleştiri yazısı olmadığı için örneklendirme yapmaktan kaçınmakla beraber yeri geldiğinde öykünün nasıl okurun alanını gasp etmeye meylettiğini detaylıca ele alabiliriz. Görüntülerin dijitalleşmesi sonrası derinliğini kaybetmesi gibi öyküler de bu şeffaf ve pürüzsüzlük illetine kapılırsa derinliğini kaybedecektir. Aman dikkat görüntüden seyre, seyirden tefekküre dalabileceğimiz bir öykümüz kaldı onu da kurban vermeyelim. Hokkabaz örneğinde olduğu gibi türlü laf cambazlığıyla okura gereksiz detaylar verip seyre dalacağımız o resmi setretmeyelim derim.