Şeyhimin ellerinde...

SAMET DOĞAN
Abone Ol

İçimde garip bir yanma hissiyle olduğum yere diz çöktüm. Başı öne eğik, talebelerin tilavetini dinleyen Şeyh sanki bin dört yüz yıl öncesinden kopup gelmiş bir ermişe benziyordu. Asırlardır bu camide, yerinden hiç kıpırdamamış, zaman ve eşyanın değişiminden hiç etkilenmemiş gibi oturuyordu yerinde. Bir insan, bir mekana ancak bu kadar yakışabilirdi.

Yaşlı kentlerin gözleri vardır.

Binlerce yıl izler olup bitenleri. Oyunlar oynar. Herkesi büyülemez bu gözler. Seçkileri vardır çünkü. Eşyayı vesile kılar, beşeri en umulmadık yerlerinden yakalar. Derininden. Eğitir. Donatır. Şam da böyle bir kenttir.

Selimiye,

Rukneddin,

Bab-ı Şarki…

Bazı şehirlerin gizli cepleri de olduğuna inanıyorum ben. Şu, ninemin el örgüsü yeleğinin iç kısmına sonradan iliştirdiği gizli ceplerden. Bu ceplerde, insanların yol haritaları, yaşam sırları gizlidir. O sırları bulmak için şehre tam anlamıyla teslim olmak ya da kalbin en saf halini şehre yansıtabilecek kadar şanslı bir insan olmak gerekir. Doğunun şehirlerine dokunabilmek ise her yiğidin harcı değildir. Tüm modern oluşlardan sıyrılıp, kalbini tınılı seslere açmalıdır insan. Çünkü kadınları gibi doğunun şehirleri de peçelidir. Peçenin ardındaki güzelliği görebilmek için şehrin mahremi olmak elzemdir. Şehre kendini sevdirmek için kalbi maneviyatla süslemeli, sokaklarda oynayan çocuklarla dostluk kurmalı ve duvarlarının, çiçeklerinin, havasının efsununa kapılmayı beklemelidir insan.

Şam’da bulunuşumun ilk yılında, bilmediğim sokaklara dalıyor, düşünceli ve uzun yürüyüşler yapıyordum. Arapça öğrenmek için gittiğim enstitüden kaçıp, yaşadığımız sürgün hayatının koyu kirliliğinden sığınabilecek güzel mekânlar arıyordum. Bir sabah erken saatlerde, Şam’ın en uzun caddelerinden biri olan Bağdat Caddesi’nde yürürken farkında olmadan bir araya saptım. Sonradan öğrendiğime göre, başından ortasına kadar uzanan büyük bir mezarlığın olduğu bu sokak, Amara Berraniyye sokağıydı. Eski Arap evlerinin uzun duvarlarının daralttığı sokak insana, masallarda anlatılan doğunun kalbine dönmüş hissi veriyordu.

Sokakta biraz daha ilerleyince duvarlara bitişik mütevazı bir cami kapısı çıktı karşıma. Üzerinde hat sanatıyla Cami Et-Tevbe (Tevbe Camii) yazıyordu. Kapısına yaklaşınca duyulan Kur’an sesi, adeta kapıda karşılıyordu insanı. Biraz soluklanmak için caminin kapısından içeriye attım adımımı.

Tarihi bir cami olduğu asırlık duvar taşlarından belli olan Tevbe Camii, yazın kavurucu sıcağında sığınılacak güzel bir yer diye düşündüm. Cami bir çok bölmeden oluşuyor, her bölme bir diğerine açılıyordu. Devasa bir labirentin içinde kaybolmuş gibiydim. En dip bölmeden kusursuz bir ses Kur’an-ı Kerim okuyordu. İçeri girince bir gurup genç sıraya girmiş karşılarındaki ak sakallı, nurani yüzlü birinin önüne diz çökmüş boyunları eğik bekliyorlardı. İçlerinden biri Şeyh’in hemen önünde yüksek sesle ezberden Kur’an okuyordu.

İçimde garip bir yanma hissiyle olduğum yere diz çöktüm.

Başı öne eğik,

talebelerin tilavetini dinleyen Şeyh

sanki bin dört yüz yıl öncesinden kopup gelmiş bir ermişe benziyordu.

Asırlardır bu camide, yerinden hiç kıpırdamamış, zaman ve eşyanın değişiminden hiç etkilenmemiş gibi oturuyordu yerinde. Bir insan, bir mekâna ancak bu kadar yakışabilirdi. Başından omuzlarına kadar inen beyaz örtüsü, bembeyaz cellabiyesi ve hepsinden daha aydınlık yüzü. İnsanı olduğu yere çivileyen bir hüznü vardı Şeyh’in. İlk gördüğüm an, ben bu yüze inanmıştım.

Bir insanın yüzüne bakarak onun safiyetine inanmak, bir insanın kalbine girmek için ilk adımı atmak gibiydi. O kalbin bizi içeri alabileceğini kim bilebilir? O kalbe erebilmek için tekkeye kırk yaptığımdan habersiz sadece dizlerimi kırıp, karşısına oturmuştum.

O an içime dolan manevi huzuru anlatamam. Sırası gelen talebelerin Kur’an’dan bir sayfa okuduktan sonra selamını verip gittiğini fark edince Şeyh’le yüz yüze gelmek için heyecanla sıraya girdim. Orada bulunan son öğrenci de dersini verdikten sonra edebiyle izin isteyerek bölmeden çıktı. Önüne geldiğimde Şeyh yüzüme bakmıyordu. Kısa bir sessizlikten sonra elini dizine vurarak başlamamı işaret etti. Nereden başlayacaktım ki? Ağzımdan belli belirsiz, ‘’ben yeniyim’’ cümlesi çıktı.

Şeyh, gözlerini yerden kaldırıp yüzüme dikti. Hafif bir tebessümün ardından Fatiha Suresi’ni okumaya başladı. Ben de ardından onu tekrar ediyordum. Elhamdulillahi Rabbil Âlemin. Hamd, yalnızca alemlerin Rabbi olan Allah’aydı…

Fatiha Suresi’ni Şeyh’le birlikte tekrar ettikten sonra izin isteyerek huzurundan ayrıldım. Gece boyunca Şeyh’in dudaklarından ayetlerin aşkla dökülüşünü düşündüm. Hamd, ancak alemlerin Rabbi olan Allah’aydı…

Sabah ezanı okunmadan yatağımdan fırlayıp evime bir hayli uzak olan Tevbe Camii’ne gittim. Yine sıraya girdim. Yine aynı duygulara kapıldım. Bu günlerce sürdü. Yalnız ben bir türlü Fatiha Suresi’nden öteye geçemiyordum. Hamd, ancak ve ancak âlemlerin Rabbi olan Allah’aydı.

Bir ayın sonunda artık Fatiha Suresini geçemeyeceğimi düşünmeye başlamıştım. Anlaşılan Şeyh beni sevmemişti. Ona gitmeyi bırakmam için beni zorladığını düşünüyordum. Yüzüme bakmıyor, okuduklarımı sanki dinlemiyordu bile.

Her geçen gün benim için büyük bir ıstıraba dönüşmüştü. Şeyh, her sabah sıraya giren gençleri dinliyor, yanlışlarını düzeltiyor ve benden sadece Fatiha Suresi’ni dinleyip huzurundan gönderiyordu.

Camide hiç kimse benimle ilgilenmiyor, Şeyh bana bir kez olsun gülümsemiyordu. İkinci ayın sonunda artık dudaklarımın şekli bozulmuştu. Ağzımdan çıkan her cümle Fatiha Suresi makamında çıkıyordu. Şeyh’in gösterdiği gibi “lam” harfini telaffuz edebilmek için elimle dilimi tutup damağıma dokundurmaya çalışıyor, aynanın karşısında mimiklerimi, harflerin çıkış şeklini inceliyorum. Hamd, sadece âlemlerin Rabbine mahsustu...

  • Tam yüz gün boyunca, her sabah Şeyh’in önünde diz kırdım. Yüzüne bakarak inanmıştım ona. Artık bir ömür önünde diz kırıp Kur’an okuyabilirdim. Bir ömür Fatiha Suresi’ni okuyabilirdim. Şeyh’e inanmıştım bir kere. O yüzde adaletsizliğin eserini görmüyordum. Artık Fatiha’yı her okuduğumda ayrı bir mana, ayrı bir tat almaya başlamıştım. Şeyh başka sureye geçirmese de, Fatiha Suresi benim için bir zikir olmuştu.

Üçüncü ayda artık tükenmiştim. Caminin kapısına kadar gidiyor ama içeri girmeye cesaret edemiyordum. Her yeni gün mutlak bir yenilginin başlangıcıydı benim için. Ruhum paramparça olmuştu. Fatiha Suresi’nin tüm damarlarıma işlediğini, benliğimi kontrol etmeye başladığını hissediyordum. Şeyh’le konuşmayı, bu durumu artık sürdüremeyeceğimi kaç kez ifade etmeyi denesem de cesaret edemiyor, geri dönüyordum.

Neredeyse Arapça öğrenmek için bin bir meşakkatle kayıt yaptırdığım okulu bırakmış, her sabah ezanında Tevbe Cami’nde hazır bulunuyordum. Sakallarım uzamış, gözlerimin altında morluklar belirmişti. Yeni bir dünyaya mı adım atmıştım? Dışarda akıp giden bir dünya vardı ve umurumda bile değildi. Gençliğimin en taze döneminde bir camiye hapsolmuştum. Neden pes edemiyordum? Diğer öğrencilerden benim ne farkım vardı? Onlar her gün birer sayfa okuyor, okuduklarını da Şeyh huşu içinde dinliyordu. Çok az yerde düzeltme yapıyordu.

Tam yüz gün boyunca, her sabah Şeyh’in önünde diz kırdım. Yüzüne bakarak inanmıştım ona. Artık bir ömür önünde diz kırıp Kur’an okuyabilirdim. Bir ömür Fatiha Suresi’ni okuyabilirdim. Şeyh’e inanmıştım bir kere. O yüzde adaletsizliğin eserini görmüyordum. Artık Fatiha’yı her okuduğumda ayrı bir mana, ayrı bir tat almaya başlamıştım. Şeyh başka sureye geçirmese de, Fatiha Suresi benim için bir zikir olmuştu. Hamd, her zaman Allah içindi… Yüzüncü günün sonunda, değişik bir şey oldu. Camide farklı bir hava vardı sanki. Herkesin yüzünde bir tebessüm.. Şeyh ilk kez yanına oturmam için işaret etti. Vücudumdaki bütün kan beynime hücum etti. Kalbimin sesini kulaklarımda duydum. Ayağa kalkıp attığım iki adım hayatımda yürüdüğüm en uzun yol gibiydi. Sonunda aylardır önünde diz kırıp oturduğumda nereye koyacağımı bilemediğim ellerim Şeyh’in ellerinin içindeydi. Fatiha kadar büyük bir huzur çökmüştü üzerimize. Bu kez gençler yan yana sıraya girmiş hepsi de neşeyle beni tebrik ediyor, kalbi bir dostlukla bana tebessüm ediyorlardı. Sanki bir rüyada gibiydim. Yüzüncü günün sonunda, Fatiha Suresi’nden Asr Suresi’ne geçmeyi başardığımı kendilerine özgü bir ayinle ifade ediyorlardı.

Şeyh’im âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd ederek tebessümle konuştu:

‘‘Fatiha Suresi, Kur’an’ın anahtarıdır.

Hem mana olarak hem de teknik olarak böyledir. Her kim Fatiha’yı tam anlamıyla hissederek okuyabilirse, Kur’an artık ona açılmış demektir. Fatiha suresinde bulunan harflerin hepsi de Kur’an- Kerim’de mevcuttur. Sen ki, bu harflerin hepsinin de hakkını vermeyi sabırla başardın. Burada gördüğün kardeşlerin, Şam’ın en ünlü hafızlarındandır. Hepsi de çeşitli kıraatları bilir.

Sen de en az onlar kadar kendini verdin. Allah mübarek etsin evladım.’’

Bu benim ilk zaferimdi. İlk gerçek eğitimim, sabrımdı. Heyecanlı dudaklarımdan yine o cümle döküldü; Hamd, sadece âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur… El Fatiha…