Sessizliğin senfonisi

​İSMAİL ERDOĞAN
Abone Ol

Bir adam düşünün. Hiç kimseden hiçbir şey istemeden herkese her şeyi veren bir adam. Hep veren taraftaydı. Hep borçluydunuz ona. Kimseden bir şey istemez, verdiğinizde alması bile sürpriz olurdu.

Herkesin kendi Mevlana’sı var ve onu anlatır içinden, en derinden. Ben de kendi Mevlana’mı anlatacağım.

Hayatımın en önemli tanışmasıydı. Yer Ağrı. Mekân İshak Paşa Sarayı. Sebep bir şiir festivali. Yurdun dört bir yanından gelen şair ordusu. Ben ise araya sızan bir kaçak. Orada olmamın şairlikle bir ilgisi yok. Görünen sebebi organizasyonu yapan dostumun lütfu. Görünmeyen sebebi kader. Kaderimde onunla tanışmak var. Onunla tanışmak ve bir yolculuğa çıkmak. Namütenahi bir yolculuğa omuz vermek.

Seni biriyle tanıştıracağım diyor dostum. Masasında tek başına oturan birisiyle. Adı Mevlana İdris. Tanıyorum onu Geçek Hayat’tan. İlk sayısından beri çok iyi tanıyorum. Ama benim için bir rumuz Mevlana İdris, isim değil. Bir isim olduğunu o gün öğreniyorum. Tanışıyoruz. Orada. O masada. (Hala o masadayım) Tabi ki sessiz. Konuşuyor ama susarak. Susuyor ama konuşarak. Sonradan alışacağım haline ilk defa şahit oluyorum. Ve tüm hadsizliğimle şöyle bir cümle kuruyorum: ‘Ben bu dünyada sadece derdi olan insanlara saygı duyarım. Görüyorum ki sizin derdiniz var. O yüzden size saygı duyuyorum.’ Bu cümleye ihtiyacı var mıydı? Yoktu. Zira kendini biliyordu. Belki en çok, her şeyden çok kendini. Tanışma sonrası beni İstanbul’a davet etti. O zamanlar yeni vücuda getirdiği Eski Kafa’ya.

Mevlana İdris

Bilen bilir Eski Kafa’yı. Ardından gelen Nato Kafa’yı bilen pek yoktur ama Eski Kafa’yı bilen çoktur. Yeryüzüne attığı en güzel imzalardan biridir Eski Kafa. Bir araya gelmeyen şeylerin bir araya geldiği yerdir orası. Bir dost meclisi olarak başlamış sonra bir mekâna dönüşmüştür. Bir mekâna da diyebilirsiniz bir makama da. Mekanlar doğurmuştur çünkü. Bir sokağın, bir meydanın kaderini değiştirmiştir. İlk tanışma sonrası ilk tanıma Eski Kafa’da gerçekleşir. Birden önemli biri olursunuz onunla. Önemsizi bile önemli kılan dokunuşuyla. Birileriyle tanıştırdı o gün beni. Şu cümleyle takdim etti: “Önemli biri”. Koltuklarınız nasıl kabarmasın. Bana özgü bir şey değildi yaptığı. Herkes onun yanında önemliydi. Küçülürken büyür, büyürken büyütürdü çünkü.

Eski Kafa zamanları böyle başladı. Güneşi birlikte doğurduğumuz zamanlar. Ben, O, Ekrem Ayyıldız, Kadir Bey veya değişen karakterler. Mangalın etrafında uzun susuşlar. O susuşlardan derin çıkışlar. Bir gün Ekrem Ayyıldız şöyle bitirmişti sessizliği: “İsmet Özel! Konuştuğunda yeri titreten kaç kişi var şunun şurasında”. Bir gün de “Itri” diyerek çıkış yapmış, vahdete dururcasına Mevlana, “Fıtri” diyerek tamamlamıştı. Ben etkisiz elemandım ve derin sessizliklerden çığlık gibi yükselişlere şahit olmanın hazzını yaşıyordum. Onunla olmanın en özel zamanlarından biri de Eski Kafa’yı kapattıktan sonra arabayla şehrin damarlarına sızmaktı. Asla terk etmediği Payitaht’ın satır aralarına dalıyorduk. Gündüz arabanın girmediği sokaklara gece dahil olmanın keyfini sürüyorduk, güzel şarkılar eşliğinde. O zamanlar kaset çalar vardı. Sarıp sarıp dinliyorduk. Bir seferinde saat sabahın 5’ini gösteriyordu. Balipaşa’da oturduğum eve beni bırakırken size bir şarkı dinleteceğim dedi ve Orhan Gencebay’ın ilk albümlerinden bir şarkıyı açtı kasetten. İnanamadım. Şarkı değil ayetlerin resmi geçidi gibiydi. Dedim bu adam bir bilge. Ne kadar hikmetli söylüyor. Şarkı bittiğinde evimin kapısına gelmiştik. Tepkim onu da coşturmuştu ki, bekle hocam bir şarkı daha dedi. Elbette dedim. Kasetin arkasını çevirdi, sardı, sardı, sardı. Sonra play. Yine, yeniden müthiş bir şarkı. Hikmetle örülmüş bir metin. O metni göklerin çağrısı yapan bir ses. Orhan Gencebay o gün yeniden doğdu. Ve Mevlana İdris, yine yeniden oldu benim için.

O’nun dostlarına hitap ederken kullandığı kalıpları herkes bilir. Bayım, Hazret, Üstad vs. Hepsi çok özel, hepsi çok anlamlı. Benim için daha özel bir şey vardı ki bunu yazmalıyım mutlaka. Onun ne kadar ince ne kadar benzersiz olduğuna bir şehadet çünkü. Bana hitap ederken de benzer tabirler kullanırdı ama beni takdim ederken enteresan bir şey yapardı. Başkalarıyla tanıştırırken “Hüseyin” derdi adıma. Gerçek ismimi kullanmazdı. İlk başta anlamamıştım sebebini. Hatta itiraz ettiğim olmuştu. Sonra anladım ve itaat ettim. Hüseyin diyerek beni yüceltiyordu kendince. Hem bir oyun oynuyor hem taltif ediyordu. Varlık her an neşve halindeyse o da her an katılıyor ve kendini yeniliyordu. Kendini ve sizi. Onunlayken aynı kalmak ne mümkündü. Hep çoğalır ve zenginleşirdiniz. Sizin hallerinize ayak uydurur ama size değil kendine çekerdi. Seviyenize inerken bile seviyesine çıkartırdı. Hiddetli bir anımda sana “Ömer” diyeceğim bundan sonra demişti. İçimdeki öfkeyi görmüş ama bana Hüseyin demeye devam etmişti bütün naifliğiyle.

Bir adam düşünün. Hiç kimseden hiçbir şey istemeden herkese her şeyi veren bir adam. Hep veren taraftaydı. Hep borçluydunuz ona. Kimseden bir şey istemez, verdiğinizde alması bile sürpriz olurdu. Bende uyandırdığı saygınlığı anlatamam size. Telefonumda ismini görünce arayan olarak, hazır ola geçerdim. İnsanlara saygı duymakta büyük güçlük yaşayan ben önümü iliklerdim araması karşısında. Abartılı gelecek ama değil. Hissettiğim buydu, hissettirdiği buydu. Dünyayla dünyadan daha büyük ilişki kuran bir adam karşısında başka ne yapabilirdiniz?

Mevlana’nın İstanbul’la, bilhassa Fatih’le kurduğu ilişkiye değinmezsem olmaz. Fatih ve önemi üzerine Bahattin Yıldız şöyle derdi. “Biz Fatih’i çok zor aldık. Onu asla terk etmeyiz” Fatih derken kastı Sur İçi’ydi, Dersaadet’ti. Bunu derken Mevlana’yı anlatıyordu sanki. Herkes giderken kaleyi bırakmayan oydu çünkü. Sur İçi’nin dışına hiç çıkmadı. Tahtı hiç bırakmadı. Dünyanın merkezinde yaşadı hep. Merkezin ve merkez olmanın ne olduğunu biliyordu. Merkezde yaşamak ve merkezden bakmakla ilgileniyordu. Merkezden çevreye doğru halkaları genişletmekle ilgileniyordu. Sultanahmet, Süleymaniye, Fatih, Balat ve Sur İçi’nin sultanıydı. Ne çok özleyecek şimdi İstanbul onu. Ne kadar çok mekân gözleriyle onu arayacak. Neden gelmiyor diye içini yiyecek. Ve şehirler onu hasretle bekleyecek. Bir örnek vermek gerekirse Tire’den bahsetmeliyim. İzmir’in özel bir ilçesi. Orayı çok severdi. Kaç defa denk gelmiştir aradığımda üstad neredesiniz diye. Cevap Tire olmuştur. Tire ve Birgi. Anne tarafından Tire’li olmama karşın, kökleri Yahudi mutfağına kadar giden müthiş bir içeceği ondan öğrenmiştim. Tire’de yapılan ama çoğu Tire’linin bilmediği bir değeri ondan öğrenmiştim. İnsan soruyor: Şimdi kimden öğreneceğim?

Onca yaşanmışlık sonrası en büyük pişmanlığım ne kadar az zaman geçirdiğimiz oldu. Çok kızıyorum kendime. Son zamanlarda işlerimin yoğunluğu sebebiyle çok az görüşebildik ve dünyayı usulca yere bırakan bir adamdan devşireceğim ne güzellikler yetim kaldı. Bir ben miyim bu pişmanlığı yaşayan. Ne adamlar var o gittiğinden beri içine ağlayan. Koca koca adamlar yıkıldı. Hala kendilerine gelemiyorlar. Ve gelemeyecekler. Bir yerden çıkacak Mevlana ve gülecek onlara. O gülecek biz ağlayacağız. O susacak biz ağlayacağız. O konuşacak biz yine ağlayacağız.

Saat 04:00! Uyandım. İstemsiz. Ne güzel uyumuştum. Uyandı ve konuştu demişti Salih abi. Selamlarımız ona ulaşmıştı. Dualarımız ses ve nefes vermişti ve uyumuştum huzurla. Sonra uyandım sebepsiz. Saat çalmadı. Arayan olmadı. Namaz vakti de değildi. Vakit girmişti ama kalkma zamanım değildi. Çoğu zaman uyurdum tekrar, bu sefer uyumadım. Bir şey kaldırdı yataktan. Mutfağa gidip su içtim. Abdest alıp namaz kıldım. Kavrayamadığım bir tat, anlayamadığım bir halle oturdum mutfakta. Sonra yatağa döndüm. Sabah haberi geldi. Üstadım, sevgili üstadım sırlanmıştı. Uyandırıldığım o dakikalarda sevgilim sevgilisine kavuşmuştu.