Şehirde aile olmak
Batılıların toplumsal hayatı bireye, bireyleşmeye göre düzenlemiş olmalarının bir sebebi de insana tahakkümle, onu köle yerine koymakla ilgili. Birey, aileden daha güçlü değil mesela. Batılılar da daha kolay hükmedebilmek için en küçüğü aile olan toplumsal yapılara karşı, daha güçsüz olan bireyi destekleyip bireyleşmeyi teşvik ederler. Açıkça dillendirmeden, “insanın, bireyin değeri” gibi gönül okşayıcı sözlerle süsleyerek.
TÜİK’in 2016 verilerine göre ülkemiz nüfusunun yaklaşık % 8’i köy ve kasabalarda yaşıyor. İl ve ilçelerde yaşayanların oranını ayrıca belirtmeye gerek olmadığı ortada. Geçen üç yılda bu oranların az da olsa şehir lehine değişmiş olabileceğini düşünebiliriz.
- Ülkemizde her şehir kendi taşrasından ciddi biçimde göç almış durumda. Şehirler böylece büyüyebilecekleri boşluklara doğru iyice büyüdü.
Tabii bu büyüme alanlarının tam anlamıyla şehir hüviyetine kavuşması için zamana ihtiyaç var. Büyüme çünkü ilk planda site ve apartmanlardan oluşan bir büyüme. Cami, okul, park gibi halkın ortak kullanım alanlarının yeni şehirleşen alanlara dâhil olma hızları yavaş maalesef. Buralarda oturanlar bu tür ihtiyaçlarını karşılamak için oturdukları yerle şehrin bu imkânları sunan semtleri ve merkezi arasında mekik dokumak zorunda bir süre. Diğer çoğu ihtiyaç için de elbette. Bu yüzden buralara yerleşenlerin çoğu evlerinin borcu bitip de araç sahibi oluncaya kadar (ne, neye sebep oluyor) merkezi semtlere ulaşmak için dolmuşa ya da yürümeye mecbur.
Şehirde aile olmak biraz da bu duruma katlanma mecburiyeti demek. Şehirleşme konusundaki son düzenlemelere göre apartmanların, sitelerin bitişik nizam yapılmamasını, iki yapı arasında belli bir mesafe gözetilmesini, yeşil alanlarla daha iç içe oluşunu, sessizlik ve sakinliği dikkate aldığımızda şehre yeni dâhil olan yerler için merkeze uzaklık, sorun olmaktan çok istenilir bir durum aslında. Fakat tüm imkânlarını kullandığı, borçlandığı hâlde gücü ancak özellikle bodrum benzeri giriş ve giriş üstü, pek güneş görmeyen, rutubetli daireleri almaya yetmiş olmanın sıkıntısına şehre uzaklık da ekleniyorsa durum daha can sıkıcı olabilir. Şehirde aile olmak demek “okul takvimi”ne göre yaşamak demek öte taraftan. Her aile günlük işlerinden tatile, köy-kasaba iş ve ziyaretlerinden şehir içi ve dışı iş, gezi ve etkinliklere katılım gibi kendi özel hayat takvimini ister istemez okul takvimine uydurmak durumunda. Okul durumu, başlama ve bitiş saatleriyle sınırlı da olsa şehir içi trafik yoğunluğunu da etkiliyor. Zaman kaybı ve trafikte olmanın riskleri sebebiyle söz ettik elbette bu durumdan. Trafik bir şekilde akıyor, deyip geçelim.
- Şehirde aile olmak demek çalışan eşler için çocuk bakımının da mesele olması demek. Bakıcı bulmak da sıkıntılı olabiliyor, bulunan bakıcının çocuğa yaklaşım ve ilgisinin istendik yönde olup olmaması da.
Çocuğunu bakıcı eline bırakmak istemeyen anne babalar da iş programlarını mümkün olduğunca çocuğu yalnız bırakmayacak şekilde ayarlamak ile başlayan, süreç içinde sürpriz şekilde ortaya çıkan sıkıntılara katlanmak durumunda. Kreşler bu durumda bir alternatif elbette.
Çocuğun oyun ihtiyacını karşılaması ve sağlıklı gelişimi için başka çocuklarla birlikte olmasının iyi olacağını düşünürüz. Doğrudur da.
Televizyonlarda uzun denemeyecek aralıklarla izlediğimiz kimi kreş çalışanlarının küçücük çocuklara şiddet de içerebilen sevgi ve şefkatsizlik görüntülerine şahit olmamak şartıyla. Huzur evlerinin de toplum için bir ihtiyaç; bütün ailesini kaybeden, kendi ailesinden şiddet gören, aynı zamanda kendilerine bakamayacak kadar yaşlı olan, ailelerince de bakılmayan sakinleri için de bir imkân olduğu besbelli.
Fakat her halükârda aile olamamanın bir neticesi, şehirdeki bir görünümü huzur evleri. Ailenin toplumun en küçük parçası olduğu söylenir öteden beri. Hangi toplum, tüm toplumlar için geçerli mi bu yargı? Bireyi, bireyleşmeyi hayat düzeninin esası kılmış olan Batılı toplumlar için de geçerli mi mesela? Aileyi ancak cemaat olma duygusunu hâlâ bütünüyle kaybetmemiş olan Müslüman toplulukların en küçük yapısı olarak görebiliriz. Batılılar için “toplum”, Müslümanlar için “topluluk” kavramlarını kullandığıma (Aliya İzzetbegoviç’te gördüm bu ayrımı) dikkat edildi mi bilmem. Burada toplumu, aslında “tüketici”nin eş anlamlısı gibi düşünebileceğimiz “birey”lerin toplamı anlamında; topluluğu ise yine eş anlamlısı gibi düşünebileceğimiz, birbirine organik bağlarla bağlı “cemaat” anlamında kullandık.
Yani organik anlamda köyde ya da şehirde aile olmak özellikle Müslüman topluluklar için geçerli bir durumdur diyebiliriz. Bu da Batı karşısında Müslüman toplulukların elindeki en önemli ve en büyük imkân belki de. Batılıların toplumsal hayatı bireye, bireyleşmeye göre düzenlemiş olmalarının bir sebebi de insana tahakkümle, onu köle yerine koymakla ilgili. Birey, aileden daha güçlü değil mesela.
Batılılar da daha kolay hükmedebilmek için en küçüğü aile olan toplumsal yapılara karşı, daha güçsüz olan bireyi destekleyip bireyleşmeyi teşvik ederler. Açıkça dillendirmeden, “insanın, bireyin değeri” gibi gönül okşayıcı sözlerle süsleyerek. Belki de zihnimin bir köşesinde aile tanımını anne, baba ve çocuklardan oluşan yapı olarak taşıdığımdan “Aile kaç kişiden oluşur?” diye bir soru uğramadı zihnime. Şimdiye, planlama ve standartın, belirli ve ölçülebilir olanın Batılı toplumlar için önemini hatırlayana kadar. Batı belki bu yüzden aileyi bile kişi sayısı bakımından belirlemek istedi.
- Filmler, reklamlar ve diğer tüm görsellerle gözlerimize daha çok dört kişilik aileler (cinsiyet belirlemesinden bile söz edebiliriz: bu dört kişilik ailelerin çoğu zaman iki çocuğunun biri erkek, biri kızdır mesela) gösterildi.
Bizim de gözlerimize evet, en az iyi yüz yıldır Batılılaşmak istediğimize göre… Değilse buraya, zayıf bulunacak olsa da “Evlerimizdeki, lokanta ve restoranlardaki yemek masaları neden daha çok dört kişilik?” diye bir soru bırakarak bitirebilirim yazımı.