Sebeb-i telif
Dağarcığı, gezdiği ve düşlediği şehirlerle dolu Marco Polo, hayal ve hayat, gerçek ve yalan, keder ve neşe, nefret ve sevgi hatta havf ve reca ile dolu geçen bir gecenin sabahında sonunda pes etti. Kubilay Han’ın huzurunda başını mahcubiyetle öne eğerek “Efendimiz” dedi, “bildiğim şehirlerin hepsini anlattım size. Ama hepsini.”
Kubilay Han, kuşkuyla baktı ona…
Seyyahın sözlerine sinen tedirginliği anında sezdi. Marco Polo Kubilay Han, Kubilay Han ise Marco Polo olsaydı
“kuşku bağışlanmasa da tedirginlik doğal sayılabilir”di.
Çünkü kudretli imparator, fethettiği şehirlerde kendisi dışında kimsenin kuşkulanmasına izin vermezdi. Kendisi dışında herkesin tedirginliğiyse elbette doğaldı.
Kubilay, sadece kendisine yakışan kuşkuyla baktı seyyaha. Zaten onu bunca zaman yenilmez kılan, onlarca şehirde, koca taş binalarda, devasa tapınaklarda Moğol askerlerinin savaş çığlıklarının yankılanmasını sağlayan da bu kabiliyetiydi. Rakibinin tedirginliğini görebilmek. Her düşmanın bir zaafı vardır, zayıf anı, kör noktası. Bir komutanı cihangir yapan görebilmektir… Gördü: “Seyyah! Hâlâ hiç sözünü etmediğin bir şehir var.”
Kubilay Han’ın vazgeçemediği bir alışkanlığı vardı. Fethettiği şehirleri değersiz bir piyon gibi ardında bırakıp bir sonrakine doğru ilerlerken, bir tepeye çıkar ve oradan eserini izlerdi. Her şehir başkadır. Yıkıntısı bile. Yakılırken bile. Kubilay Han’ın zihninde başka kimsenin görmediği, kül ve ateşten bir harita vardı. Bazı geceler yalnız kaldığında gözlerini kapatıp haritayı düşünürdü; her şehrin ateşi, yandıktan sonra külü ötekinden farklıydı. Han, kül ve ateşten haritasını gün ağarıncaya kadar inceler, yatağına uzanırken ölüme yenilmeden tamamlaması gereken boşlukları düşünerek kirpiklerinde henüz ateşle tanışmamış şehirlerin külleriyle uyurdu.
İşte tam şimdi işgal edip yağmaladığı başka bir şehrin; şehirlerden mürekkep bir belleğin karşısındaydı. Tahtından aşağı doğru bakarken kendisini bir tepede gibi hissetti. Hep yaptığı gibi muzaffer bir edayla çenesini öne doğru uzatarak fısıldadı: “Venedik!”
Marco Polo gülümsedi. “Bunca zaman size neyi anlattım sanıyorsunuz?” Han, kılını bile kıpırdatmadı. “Yine de bu adı ağzına aldığını duymadım.”
Kubilay Han’ın zihnindeki harita, üzerinde kuvvetli bir rüzgar esmiş gibi dalgalandı, görünmez oldu. Ve Polo dedi ki: “Size hangi şehri anlatsam Venedik üzerine bir şeyler söylüyorum zaten. Başka şehirlerin özelliklerini dile getirmek için, dile gelmemiş, kalan bir ilk şehirden söz etmeliyim. benim için Venedik, o şehir işte…”
Kubilay Han, çenesini ovuşturdu, haritada tek bir şehir kaldı o sırada, bütün şehirler birbirine benzemeye başladı, küller küllere, toprak toprağa karıştı. Ve geride o ilk kent kaldı sadece.
Bu, Marco Polo için Venedik’ti, Kubilay Han için kendi benliği, Calvino için Siena, benim içinse Yozgat!
İşte her şey böyle başladı: Calvino’nun Görünmez Kentler’ini tekrar tekrar ve her defasında biraz daha değiştirerek yazmaya başlamamla. Yazdıkça Kubilay Han, yazdıkça, Marco Polo, Venedik ve ben dahi bile yeniden yapıldım, “kül ve ateş arasında”. Onun –Calvino’nun- hikayesi yerine kendiminkini koydum, şehirlerini kendi şehirlerim gibi gördüm, başka şehirler ekledim, kendi şehirlerimi onun gibi yorumladım.
Ve kendi kendime şöyle dedim:
Calvino’nun dehası varsa bizim de Allah’ımız var ulan!