Şair hikaye söylerse
İçinde pek çok muamma ile sürpriz barındıran “Çamlar Altında Musahabe II” okundukça içinden daha başka gizemler de çıkacağa benziyor. Bir şair tarafından kaleme alındığı için mi bilemiyorum, tıpkı bir şiir gibi tekrar tekrar okunabiliyor da. Velhasılı kelam, şairlerin hikâyelerini selamlarken; benim için çözüme kavuşmamış iki soruyu da şuraya bırakıyorum: birincisi şairler neden hikâyeyi tercih ediyor? İkincisi de hikâyeciler neden şiir yazmıyor?
Hikâye ile meşgul olanlar, sıkça “ne zaman roman yazacaksın?” sorusuyla karşılaşırlar. Soruyu soran için bir nevi iltifat olarak da görülen bu sual, muhataba hikâye ile daha fazla oyalanmaması gerektiğini, vakit kaybetmeden kallavi ve itibarlı ‘roman’ denen makama geçmesini de telkin eder. Hikâyecinin gönlünde böyle bir istek yatıyor ve tembel de değilse eğer, romanını yazar ve kurtulur. Amma velakin hikâyecinin aklında fikrinde romanın esamisi yoksa bu sorunun ardı arkası kesilmez.
Hikâye romandan önceki aşama olarak görülürken, kimse şairlere dönüp de “ne zaman hikâyeye başlıyorsun?” diye sormaz ama. Şiir, hikâye ve romana göre daha kesif, çetrefilli ve şahsi bulunduğu için sorulmuyordur belki de. İşte şairlerden kimsenin böyle bir beklentisi yokken, yakın zamanlarda arka arkaya Mustafa Akar, İsmail Kılıçarslan, Ali Emre ve Suavi Kemal Yazgıç’ın hikâye kitaplarıyla karşılaştık.
Hikâye meraklısı biri olarak bu eğilimi ilginç ve araştırmaya değer buluyorum. Şair -hikâyeci meselesine dikkat kesildiğim şu yakın zamanlarda, Türk şiirinin büyük ismi Yahya Kemal’in kimilerince nesir kimilerince hikâye olarak görülen -ki ben de hikâye olduğunu düşünüyorum- “Çamlar Altında Musahabe II” ile yeniden karşılaşmam meseleye daha da yoğunlaşmama vesile oldu. Çamlar Altında Musahabe II, Yahya Kemal’in İstanbul konulu yazılarıyla konferanslarının bir araya getirildiği Aziz İstanbul kitabında bulunuyor. Bu metin, ilk defa 17 Ekim 1913 tarihinde şairin, Paris’ten arkadaşı Ali Kemal tarafından çıkarılan Peyâm Gazetesi’nin edebiyat eki Peyâm-ı Edebi Dergisi’nde Süleyman Sâdi müstear ismiyle yayımlanmış. Benim için hayaller, sisler ve rüyalar şairi olan Beyatlı’nın bu metnini ilk okuyuşumda, biraz tuhaf bulduğumu hayal meyal hatırlıyorum.
Yıllar sonra metne yeniden dikkat kesilmemi sağlayan ise Seda Uyanık’ın Osmanlı Bilim Kurgusu: Fenni Edebiyat isimli çalışması oldu. Kitabında Osmanlıda bilim kurgunun izlerini süren Seda Uyanık, Çamlar Altında Musahabe II’yi de, ‘fenni edebiyat’ örneklerinden birisi olarak kabul ediyor. Ülkemizde bilim kurgu edebiyatının varlığı hâlâ tartışılırken, Osmanlıdan bu tarzda metinler okumak ilk etapta şaşırtıcı ve inanılmaz gelse de kitaptaki örnekler biraz incelendiğinde, durumun hiç de sandığımız gibi olmadığını anlıyoruz. Çamlar Altında Musahabe II de pek çok ilginç şeye rastlıyor insan. Benim için yazının en farklı yönü, şiirlerinde ve yazılarında sürekli geçmişe özlem duyan şairin, bu sefer geleceği konu edinmiş olması. Hikâyenin hemen başlarında Beyatlı, devrin başka edebi örneklerinde de görüldüğü gibi, sanki okuyucuyu birazdan olacaklara karşı önceden uyarır gibi arka arkaya malumat veriyor.
Türk şiirinin büyük ismi Yahya Kemal’in kimilerince nesir kimilerince hikâye olarak görülen -ki ben de hikâye olduğunu düşünüyorum- “Çamlar Altında Musahabe II” ile yeniden karşılaşmam meseleye daha da yoğunlaşmama vesile oldu.
Baudelaire, Maurice Barres, H.G. Wells, Jules Verne, Alexandre Dumas, Shopenhauer, Edmonde Moulin, Şehremaneti Cemil (Topuzlu) Paşa, tarihçi Ahmet Refik (Altınay) Bey, Mimar Kasım işte bu giriş kısmında yer alan isimler. Bilim kurgu edebiyatının öncü yazarlarından H.G. Wells ise diğer isimlere nazaran daha baskın bir şekilde yer almış. Yahya Kemal, hem Wells’in Zamanı Keşfetmeğe Mahsus Alet (Zaman Makinesi) ile Âlemler Arasında Harb (Dünyalar Savaşı) eserlerini birkaç kere tekrarlamış hem de Jules Verne ile H.G. Wells arasında bir kıyaslamaya girişmiş.
“…Jules Verne gemilerde kazadan kazaya uğrayarak devr-i alem yapan bir çocuktu. Wells; sergüzeşt romanlarının kahraman–ı hazırı, tayyare devrinde küre–i arzı kendine dar buluyor, mekânda yıldızlara, zamanda üç bin sene evvele, üç bin sonraya gidip gelebiliyor” diyerek yazarları karşılaştıran Yahya Kemal de tıpkı İngiliz Wells gibi, Çamlar Arasında Musahabe II’de geleceğe doğru bir yolculuk yapıyor ve 2187 senesinin İstanbul’una gidiveriyor.
Hem de 1913 senesinin savaş ve türlü sıkıntılarla boğuşan İstanbul’undan yola çıkarak o mutlu ve refah içindeki geleceğe uzanıyor. İşte bu yazının bana ilginç gelen bir diğer yönü de şairin gelecekteki müreffeh ve saadet içerisindeki İstanbul’u anlatmış olması. Onca sıkıntının, zorluğun içinde umudunu korumuş olması yani. Yahya Kemal’in 2187 senesinin İstanbul’unda; geniş yollar, muhteşem bir sahil yolu, geniş meydanlar, Âlem-i İslam Bankası, Osmanlı İdman Mahfil-i Umumisi, Dar-ül Musiki gibi muntazam ve muazzam binalar, Bizans ve Türk üslubunda yapılmış mabedler, sevimli bir Türkçe ile konuşan insanlar var. Ulaşım daha çok hava yoluyla yapılıyor ve köprülerden geçiş ücreti de alınmıyor. Çamlar Altında Musahabe II’nin sonlarına doğru İstanbul’un nasıl böyle mamur ve müreffeh bir seviyeye geldiği de ortaya çıkıyor.
Maarif derdine çare bulununca, bütün sorunlar da çözülüyor. Yahya Kemal’in bu ilginç hikâyesi kahramanın uyanmasıyla sona erer. Kahraman Wells’in hikâyesi üzerinde uyuyakalmıştır. Bilim ve fennin ihya ettiği bir şehri kuran ve bunu modern bir tarzda anlatan Yahya Kemal hikâyesine rüyayı sokarak gelenekten pek de uzaklaşmamış oluyor. Dikkatli okurların hemen fark edebileceği gibi, aslında daha ikinci sayfada yer alan “…Hayır istediğim bu değil, daha rü’yavi bir şeydi.” cümlesiyle Beyatlı ipucu da veriyor aslında. Çamlar Altında Musahabe II yıllardır okunuyor ve yorumlanıyor.
- Kimisi yazıyı İttihat Terakki Partisi’ne övgü olarak görüyor, kimi de partiyi eleştirdiğini ve yazının aslında bir hiciv olduğunu düşünüyor. Bu hikâyeyle, Türkiye’nin en önemli sorununun maarif meselesi olduğunu ilk defa Yahya Kemal’in zikrettiğini iddia edenleri de unutmamak lazım.
Kısa fakat içinde pek çok muamma ile sürpriz barındıran Çamlar Altında Musahabe II okundukça içinden daha başka gizemler de çıkacağa benziyor.
Bir şair tarafından kaleme alındığı için mi bilemiyorum tıpkı bir şiir gibi tekrar tekrar okunabiliyor da. Velhasılı kelam, şairlerin hikâyelerini selamlarken; benim için çözüme kavuşmamış iki soruyu da şuraya bırakıyorum: birincisi şairler neden hikâyeyi tercih ediyor? İkincisi de hikâyeciler neden şiir yazmıyor?
Küçük Ansiklopedi
H.G. Wells: Zaman Makinesi, Dünyalar Savaşı gibi eserlerinin yanı sıra dünyamıza atom bombası, tanklar ve biyolojik silahları da armağan etmiş bilim kurgu edebiyatının öncü ismi.
Hülya Bu Ya: Refik Halid Karay’ın bilimsel ve teknolojik açıdan Batı ülkelerini geride bırakmış bir Ankara’yı anlattığı bilim kurgu türündeki hikâyesi.
Diz Çökmeyen: Şair Ali Emre’nin tarihte iz bırakmış on portreyi hikâyeleştirerek anlattığı kitabı.
Dünyanın Çekmeceleri: Şair Suavi Kemal Yazgıç’ın on bir hikâyeden oluşan ikinci hikâye kitabı.
Kara Dursun ve Diğer Ankara Söylenceleri: Şair olarak anılmak ve ölmek istediğini belirten şair İsmail Kılıçarslan’ın dördüncü hikâye kitabı.
Gezegenin Tamahkâr Çocukları: Şair Mustafa Akar’ın ilk hikâye kitabı.