Roman kahramanlarına açık mektuplar: Martin Eden, Jack London
“Sen kabul görenlerin türbesine tapıyorsun”. Bu sözünüz hayat hikâyenizi ilk okuduğum lise yıllarından beri dolaştı durdu zihnimde. Bir insana söylenebilecek en acı sözlerden biri olarak çöktü yüreğime.
Saygıdeğer Bay Martin Eden,
Bir keresinde, size ‘Bay’ diye hitap edildiğini duyduğunuzda nasıl şaşırdığınızı hatırlıyorum. Şaşırmıştınız çünkü insanlar genelde güzel evlerde yaşayan, yüksek mevkilere sahip, iyi giyinen, kibar ve eğitimli kimselere böyle hitap ederlerdi. Oysa sizde bu özelliklerden biri bile yoktu. Güzel evlerde değil, gemilerin güvertelerinde ya da her tarafından yoksulluk akan kira odalarında yatıp kalkıyor, dizleri çıkmış pantolonlar, yamalı ceketler giyiyor, kaba bir İngilizceyle konuşuyor, sürekli kavgaya karışıyordunuz. Ve dövüşmeden geçen bir gününüz yoktu neredeyse. O halde neden bu sıfata layık bulmuşlardı ki sizi?
Seferden döndüğünüz günlerden birinde elinizde gemide kazandığınız biraz para, ne yapacağınızı bilmez halde ortalıkta dolaşıyordunuz. İşte o sırada, uzak adalardan birinde çıkan kavgada hayatını kurtardığınız o genç adamla karşılaştınız. Birileri tarafından fena benzetilmek üzereyken araya girerek onu adamların ellerinden almıştınız. Bu gencin kim olduğuna dair hiçbir fikriniz yoktu o sırada. Meğerse zengin bir aristokrat bir aileye mensupmuş. Ve şehirde herkes tarafından tanınırmış Morse ailesi. İşte ailenin bu genç üyesi de, sizi görür görmez evlerine akşam yemeğine davet etmişti. Belli ki, sizi görünce öte tarafı boylamadığını aklına getirerek sevinmişti yine. Ve kendi halinde sürüp giden hayatınızı hedef alan ilk kurşun bu davet olmuştu. Pencerenize atılan ilk taştı bu.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın meşhur romanı Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde yoksulluk ve hürriyet arasındaki ilişkiyi tarif ettiği bir kısım var, bayılırım. Şöyle başlar; “Fakir düşmüş bir ailede doğdum. Buna rağmen çocukluğum epeyce mesut geçti. Fakirlik, içimizde ve etrafımızda ahenk bulunmak şartıyla ve şüphesiz muayyen bir derecesinde zannedildiği kadar korkunç ve tahammülsüz bir şey değildir. Onun da kendine göre imtiyazları vardır. Benim çocukluğumun belli başlı imtiyazı hürriyetti.” Ve devam eder; “Arkadaşlarımın çoğu gibi mektebe lalalarla, uşaklarla gitmedim. Ne yeni, süslü elbiselerim, ne su geçmez potinim, ne sıcak paltom vardı. Daima diz kapaklarım yamalı, daima dirseklerim biraz dışarıya fırlamış gezdim. Hiç kimse mektebe giderken bin türlü sıkı tembihle beni öpmedi, ne de akşamüstü yolumu dört gözle beklediler. Hattâ eve ne kadar geç gelirsem etrafımdakiler o kadar rahattı. Bununla beraber mesuttum. Bütün bu şeylerin yokluğuna karşılık hayatı ve sokağı kazanmıştım. Mevsimler, insanlar, hayvanlar, eşya en munis, en değişik yüzleriyle benimdiler.”
Uzak denizlerde ayağınızı uzatmış güvertede otururken ya da karaya çıktığınız zamanlarda şehrin yoksul mahallelerinde dolaşırken aynı imtiyaza siz de sahiptiniz. Tanpınar’ın dediği gibi pek çok şeyin yokluğuna karşı hayatı ve sokağı kazanmıştınız.
Ancak Morse ailesinin evinden içeri adım attığınız andan itibaren bu hürriyetiniz kısıtlanmaya başlayacaktı artık. Oraya ilk gidişinizi hatırlıyorum da, her yere pahalı eşyaların konulduğu ve büyük bir gösterişin hâkim olduğu salonu görünce nasıl da şaşırmış, değersiz hissetmiştiniz kendinizi. Birbirleriyle olan konuşmaları, evleri, arabaları, hatta yemek masalarındaki çatal- bıçak takımları bile sizden ne kadar üstün olduklarının birer göstergesiydi. Bir de evin kızı Ruth vardı. Edebiyat fakültesi mezunu olduğundan, size pek çoğunun adını ilk kez duyduğunuz birtakım yazarlardan ve şairlerden bahsediyor, konuşmanızdaki hataları düzeltiyor ve daha da utanmanıza sebep oluyordu. Halinizden yani Ruth ve ailesinin yanında iyice küçük düşmenize neden olan o cehaletinizden ve kabalığınızdan utanıyordunuz. Buydu onlarla aynı seviyeye gelmek için girdiğiniz delicesine uğraşın sebebi. Ama en çok da Ruth’a duyduğunuz aşktı sizi harekete geçiren. Yani sizi sabahlara kadar sürecek o okuma ve yazma serüveninin ortasına atan Ruth’a hissetmeye başladıklarınızdı. Ve iyi bir yazar olmak o çevrede kabul görmenin, daha da önemlisi Ruth’un sevgisini kazanmanın en akla yakın yollarından birisiydi. Böyle düşünüyordunuz.
Sevgili Martin Eden,
Kabullenmek zor ancak insanlar eşit şartlarda dünyaya gelmiyor. Kimileri ağzında gümüş kaşıkla doğarken, onlardan çok daha büyük kalabalık ise doğar doğmaz binbir türlü güçlüğün içinde buluyor kendisini. İster Amerika’da olsun, ister Hindistan’da, isterse Türkiye’de… Dünyanın her yerinde böyle bu. “Gün doğarken her sabah, bir kız geçer kapımdan. Köşeyi dönüp kaybolur, başı önde yorgunca” diye bir şarkımız var bizim mesela. Adı fabrika kızı. “Makineler diken gibi batar her gün kalbine. Yün örecek elleri, her gün ekmek derdinde” der şarkının devamında. İşte bir böyle fabrika kızları vardır, bir de fabrikatör kızları... Bir iki gün çalışmasa üçüncü günü aç geçirecek insanlar vardır, bir de hayatı boyunca hiç çalışmak zorunda kalmamış insanlar... Kendinizi kimlerin terazisinde tarttığınızı anlamanız için ediyorum bunca lafı. Üstelik hileli bir teraziydi üstüne çıktığınız. Şartlarınız Morse ailesi ile hiçbir zaman eşit olmamıştı çünkü. Sizin kitap almak, okumak ve yazmak için çalışmanız gerekiyordu, onların ise içerisinde binlerce kitabın bulunduğu koca bir kütüphaneleri vardı. Ve isterlerse akşama kadar başka hiçbir iş yapmadan kitap okuyabilirlerdi. Bertrand Russell böylelerine “Sayın Lordum” diye sesleniyor ve şöyle devam ediyordu; “Bunca serveti, uşakları, malikaneleri, koşumlu arabaları elde etmek için doğum sancısı dışında hangi acıları çektin acaba?!’
Evet hedefinize ulaşabilmek için çalışmanız gerekiyordu ve haftalık bilmem kaç sent karşılığı bir çamaşırhanede işe girmiştiniz. Ama ne iş… Haftanın altı günü sabaha kadar ayakta çamaşır kolalıyor, ütü yapıyordunuz. Ruth’un ailesininki gibi büyük evlerde oturan hanımlar, beyler daha şık görünsün diye canınız çıkıyordu yani başka bir deyişle. Çalışan herkes deli gibi olmuştu yorgunluktan. Siz yine okuyarak aklınıza mukayyet olmayı başarabiliyordunuz biraz olsun, yani kendinizi kitaplardan bir zırhın içine hapsetmiştiniz kapitalizmin acımasızlığına karşın. Ancak etrafınızdakiler, tüm hafta boyunca kazandıklarını içkiye yatırarak bir kerede harcıyorlardı izin günlerinde. Neredeyse 100 saat ayakta çalışmanın karşılığında alınan para üç ya da dört kadeh içkilerine yetiyordu yani ancak. Morse ailesinin evinde tepedekilerin hayatını görmüş, ardından tekrar en diptekilerin yanına düşmüştünüz. Yukarıya doğru bir sıçrama yapmalı, istediğiniz o hayata ve saygınlığa kavuşmalıydınız. Cebinizde az bir para, çamaşırhanedeki işi bırakırken hep bu vardı aklınızda. Nasıl yapacağınızı da biliyordunuz, yazacaktınız, dergiler bastıkları öyküler için yazarına güzel para veriyorlardı, bunu duymuştunuz bir yerden. Öte yandan iyi bir yazara herkes saygı duyar, kimse kolay kolay aşağılayamazdı. Eğer Morse’ların salonuna iyi bir yazar olarak dönüş yapabilirseniz büyük bir sükse yapacağınız da kesindi yani. “Şu kaba saba Martin’e bakın, nasıl da iyi bir yazar olmuş, tanınır hale gelmiş” falan diyeceklerdi hatta belki. Siz de gururlanacaktınız o zaman, Ruth’a da layık bir eş adayı olmuş olacaktınız hem.
Bu hayal ile yazmaya koyulduğunuzda yanınızda kimse yoktu. Üstelik hayatınız boyunca ne bir yazarla, ne de bir dergi editörüyle karşılaşmıştınız. Size bu konuda tavsiyelerde bulunacak kimseyi tanımıyordunuz yani. Yazılarınızın kolaylıkla yayınlanmasını sağlayacak abileriniz de yoktu etrafınızda. Tamamen içinizden geldiği gibi yazmaya başladınız o nedenle. Ve o içi dışı bir, saf ve doğal Martin Eden’in satırlarıydı kağıda dökülen. Bir yazarı değerli kılanın, eline kağıdı kalemi aldığında tamamen kendisi oluşu olduğu düşünülürse doğru bir noktaydınız. Başkalarının duygularını ödünç almıyor, kimsenin kurduğu cümleleri kendiniz düşünmüş gibi yazmıyordunuz. Uzak adalarda başınızdan geçenlerden, büyük şehrin sokaklarında beş parasız dolaşırken yaşadıklarınıza değin hepsi sizin satırlarınızdı. Kendi sermayenizdi yani yazdığınız her ne varsa. Bir keresinde yazar olabilmek için tek ihtiyaç duyduğunuz şeyin kendinize ait küçük bir oda olduğunu söylemiştiniz. Kendinize ait bir odanız olduğunda istediğiniz kadar gazyağı da yakabilecek, kimse size karışmadan sabaha kadar yazabilecektiniz.
Kıymetli Bay Eden,
Biliyor musunuz, Kemal Tahir Çorum Cezaevinden eşi Semiha Hanım’a yazdığı mektupta şöyle diyordu sizin için; “Jack London’ın Martin Eden isminde bir roman kahramanı vardır. Bilmem okudun mu? Ömrü hikâyeler yazmakla ve bunları gazete ve mecmualara yollamakla geçen bir biçare. Ben işte, son günlerde ona benzedim.” Büyük bir heyecanla yazdığınız hikâyeler birer birer geri dönüyordu. Kimi neden uygun görmediklerine dair kısa bir not iliştiriyordu hikâyenin üzerine, kimisi ise bu kadarını yapmaya dahi tenezzül etmiyordu. Üstelik bu sizin için para kaybı da demekti. Cebinizdeki üç kuruşu da zarf ve pul almaya harcıyordunuz. Öte yandan yayınladıkları hikâyelere bakıyor ve ne kadar ruhsuz olduklarını görerek şaşırıyordunuz. “Bu yazılara hiç ışık, hayat ve renk değmemişti. Hiçbir canlılık yoktu yazılarda. Yine de satın alınmışlardı; gazete kupüründe söylediğine göre, kelimesi 2 sent, bin kelimesi 20 dolara. Acaba dergilerin editörleri sıradan insanlar olduğu için mi böyleydi?” İşte tam da bunlar geçiyordu zihninizden. Belki de sizden tek üstünlükleri, alıcısı hazır olan cümleler kurmalarıydı. Kendilerinden isteneni yazdıkları için kelime başına 2 sent alıyorlardı belki de kimbilir.
Öte yandan Ruth da size olan inancını tamamen kaybetmişti artık. Bütün o süslü elbiselerine, konuşurken kullandığını kitap cümlelerine ya da kültürlü hallerine karşın esasında çok dar görüşlü bir kadındı Ruth. Kendine çizilenin dışına çıkmamış, hiç hayal kurmamış, hayatında hiçbir şey için mücadele etmek zorunda kalmamıştı. En doğrusunun kendi fikirleri olduğuna inanacak kadar boş bir özgüvene sahipti. Kendisine ait de değildi aslında sahip olduğu fikirler. İçinde bulunduğu sınıfın ona dayattıklarıydı. Dümdüz bir asfalt. Ayağını toprağa basmadan, çalı çırpıya dolanmadan, şık ayakkabıları ile adımlıyordu o asfaltı. Ve hikâyelerinizin dergilerde yayınlanmaması Ruth için büyük bir başarısızlıktı. Başarısız bir yazarı kim ne yapsındı, toplum içinde ne saygınlığı olacaktı, herkesi kendinize güldürmek mi istiyordunuz? Söylediklerinizin, hikâyelerinizde anlattıklarınızın hiçbir önemi yoktu, o sadece sonuçla ilgileniyordu. Ve sizin yazma sevdasından vazgeçip, maaşı dolgun düzenli bir iş bulmanızı istiyordu. Üstelik sadece Ruth değildi böyle düşünen,tanıdığınız kim varsa aynısını söylüyordu. Sokağın başındaki bakkal bile veresiyeyi kesmişti. Onların gözünde işsiz bir serseriden başka bir şey değildiniz ve paranız bitip de tekrar geceleri aç uyumaya başladığınız zaman, çevrenizdeki insanlarla aranızdaki uçurum iyice belirgin hale gelmeye başlamıştı artık.
Maaşı dolgun, düzenli bir iş demek yenilgiye boyun eğmeniz demekti sizin. Neye yenilmiş olacaktınız; kapitalizme. Yazmak için yaratıldığınızı düşünüyordunuz. Ve eğer yazmazsanız, dilediği gibi yaşayamayan, para kazanmak için türlü türlü işler yapmak zorunda kalan milyonlarca insan gibi korkunç bir çarkın içine girecek ve mağlup olacaktınız. Çamaşırhanede birlikte çalıştığınız arkadaşlarınız hali neydi öyle… Siz bu şekilde kendinize yabancılaşmak istemiyordunuz. Ya da yükselmek ve iyi para kazanmak için birilerinin sırtına basmak size göre değildi. Kötülükle mücadeleye edeyim derken o kötülerden birisi olamazdınız. Ne yapacaktınız peki? Artık kendinizi ispatlamanız gereken kimse de kalmamıştı çevrenizde, usanmışlardı beklemekten, sevdiğiniz kadın zaten çoktan sırtını dönmüştü size. Onunla son bir kere olsun konuşmak için evlerine gittiğinizde karşınıza çıkmaya tenezzül etmemişti bile. Görünürde bir amacınız kalmamıştı yani. Yapayalnızdınız ve kendinizi aptal gibi hissediyordunuz. İki kolu, iki bacağı olan koca bir hayal kırıklığından ibarettiniz adeta.
Sonra nasıl oldu da talih bir anda sizden yana döndü? Kaderin cilvesinden başka bir şey değil. Tam her şeyden vazgeçmişken bir dergiden gelen mektupta hikâyelerinizin kabul edildiği yazıyordu. İçerisinde bir de para vardı. Hayretler içerisinde kalmıştınız. Üstüne üstlük bir yayınevi de romanınıza talip olmuştu. Onlar da iyi para veriyorlardı.. Önce “Esrar Âleminin Yüce Papazları”, sonra “Hayalperestler”, “Bencilliğin Ölçüsü”, “Yakılmanın Felsefesi”, “Tanrı ile Ahmak”, “Sanat ve Biyoloji” “Eleştirmenler ve Deney Tüpleri”, “Yıldız Tozu” ve “Tefeciliğin Değeri”. Ardından “Deniz Lirikleri”, “Aşk Şiirleri”ve “Wiki Wiki”. Çekmecenizde sakladığınız hatta yakmayı düşündüğünüz ne varsa peş peşe yayınlanmaya ve fırtınalar koparmaya başlamıştı. Edebiyat eleştirmenleri şaşkındı. Alışılmadık tarzınız ve cüretkârlığınız hepsinin üzerinde şok etkisi yaratmıştı. Hikâyeniz bir anda bambaşka bir şekle bürünmüş ve tanınan bir yazar olmuştunuz artık. Tanınan ve iyi para kazanan.
Ancak yeni bir şeyler yazmayı asla düşünmüyordunuz, tekrar o yazı masasına oturma fikri çok uzaktı sizin için. Amacınıza ulaşmıştınız ama vardığınız yerin hiçbir önemi kalmamıştı, koca bir boşluktan ibaretti her şey artık. Bir zamanlar sevdiğiniz kadın ve ailesi, sizin bu büyük başarınızı ve edindiğiniz şöhreti duyar duymaz peşinize düşmüştü hemen. Kapılarından kovulduğunuz her kim varsa sizinle görüşmek istiyordu. Bir şey söylemeye kalktığınızda lafınızı ağzınıza tıkanlar, şimdi ağzınızdan çıkacak her sözü saygıyla dinlemek için sıraya girmişlerdi. Oysa hikâyelerinizi ve romanınızı defalarca okutmak istemiştiniz onlara. Burun kıvırmışlar, görmezden gelmişler, bu konuda yeteneksiz olduğunuzu yineleyip durmuşlardı size. O zaman para etmemişti çünkü hiçbirisi, tanesine 1000 dolar teklif etmemişti daha dergiler ve yayınevleri, iki kitabınız aynı anda çok satanlar listesine girmemişti. O kadar büyük bir arsızlık ve ikiyüzlülükle karşı karşıya kalmıştınız ki, muazzam bir burjuva kültürü eleştirisi olarak sayılabilecek yüzlerce cümle beliriveriyordu zihninizde peş peşe. Birini yalnız ve güçsüz yakaladıklarında canını çıkarana kadar uğraşırlar, ezebildikleri kadar ezerler, yüzüne tükürür gibi bir ton laf sayarlar suratına, bulabildikleri her noktadan saldırıya geçerler, o kimse güçlenmeye başladığında ise karşısında süt dökmüş kedi gibi dururlardı.
Sevgili Martin Eden,
Hatırlıyor musunuz diyeceğim ama mutlaka hatırlıyorsunuzdur. Artık herşeyden vazgeçip tekrar denizlere dönmeye karar verdiğinizde, ki bu ikiyüzlülüğe daha fazla dayanamadığınızdan almıştınız bu kararı, Ruth’la son bir görüşme yapmıştınız. Her nasılsa aklı başına geç gelen Ruth sizi sevdiğini yineleyip durmuştu o konuşmada. Siz ise ona şunu söylemiştiniz; Sen kabul görenlerin türbesine tapıyorsun!
“Sen kabul görenlerin türbesine tapıyorsun”. Bu sözünüz hayat hikâyenizi ilk okuduğum lise yıllarından beri dolaştı durdu zihnimde. Bir insana söylenebilecek en acı sözlerden biri olarak çöktü yüreğime. Aklını, ruhunu, kalbini yitiren Ruth ve onun gibilerin arasında birkaç sene geçirdikten sonra her şeyini kaybeden, gemi tayfası Martin’in bindiği geminin güvertesinden kendini okyanusun karanlık sularına bırakırken attığı son çığlık olarak bildim bu sözü. Ve ne zaman aklıma gelse çok huzursuz etti beni.
Kabul görenlerin türbesine yani güce tapma eğilimi içinde olan insanlar bizim toplumumuzda da vardı çünkü. Her pazarlıktan karlı taraf olarak çıkmak, terazinin hep ağır çeken kefesinde olmak isteyenler. Kendilerinden başarı-para ya da mevki olarak aşağı seviyede gördükleri karşısında darbeci generaller gibi kasım kasım kasılırken, gücün karşısında büyük bir maharetle ceketlerinin düğmelerini ilikleyenler. Ve bunlar sizi büyük bir bunalıma sürükleyen Morse ailesi ve onun gibilerle aynı millettendi. Her masadan tok kalkmak, her salonda en güzel koltuğa oturmak isterler.
O nedenle, sizin gibi Martin’ler de çoktu bizim toplumumuzda. Pahalı eşyaların arasında elini kolunu nereye koyacağını bilemeyen, konuştuğunda dinlenmeyen, dinlendiğinde küçümsenen ya da lafı ağzına tıkılan, bir köşede acı çeken, hatta belki de gizli gizli ağlayan… Hayalleri yok edilip güverteden aşağı itilmeye çalışılan Martin’ler. Yani kabul görenlerin türbesine tapmayan Martin’ler.
Kısa ömrünüz boyunca bazen aylar boyunca, hiç karaya ayak basmadan denizde kalmıştınız. Henüz bunca hayal kırıklığına uğramadan önce yani. Üzerinizde yamalı bir ceket ve dizleri çıkmış bir pantolon… O delidolu ve saf Martin olarak. Başınızı gökyüzüne kaldırıp son kez yıldızlara baktıktan sonra kendinizi karanlık sulara bırakmıştınız ya hani. Önce içgüdüsel olarak kısa bir süre çırpınmıştınız ama sonra yaşama hırsına tekrar kapılmamak için bırakmıştınız kendinizi. Sizi birlikte düşündüğümde hep bir “keşke” geçiyor içimden.