Resim yasağı üzerine -hani şu olmayan-

​İSMAİL ERDOĞAN
Abone Ol

Avrupa'ya giderek gözü açılan ama gönlü kapanan sanatçıların getirdiği ve başka türlüsünün kabul edilmediği sanata karşı doğal bir tepki bu. Açık açık göstermek yerine üzerini örterek hissettirmek ve boşlukları, bakana dayatan değil kendi birikimi ve hisleriyle doldurma seçeneğini bahşeden bir gelenekten İbrahim Çallı'nın nü resimlerine düşüş. Millet tepki göstermesin de ne yapsın!

Bir genç... Sıradan bir genç... Pastoral bir andan pastoral bir senfoniye bakan sıradan bir genç... Allah'ın kalemiyle işlenmiş bir noktadan Allah'ın boyasıyla boyanmış bir noktaya bakan sıradan bir genç... Doğal olarak kodlanmış bilgilerle bakan bir genç. Doğal olarak mı? Fıtrat mı yoksa bu? Doğal olan fıtrat mı? Fıtrat değilse nedir? Ne olabilir? Nereden nereye bakarsanız bakın, bakışınıza hâkim olan bilgiler var bugün. İster a priori deyin adına, ister önyargı, isterseniz algı yönetimi. Sonuç değişmiyor. Koşullanmış olarak bakıyor ve koşullu olanı görüyorsunuz. Çağın temel koşuluysa TANRISIZLIK... Bakışa iliştirilmiş ve akışa hâkim olmaya çalışan Tanrısız anlayış. Nereden mi geliyor bu? 19. yüzyıldan. 19. yüzyıl "Tanrısız çağ" Batı'da. Çünkü makinalar yükseliyor. Makinalar yükselirken insanlar alçalıyor. Düşüyor insan. İkinci düşüş gibi. Birincisi, Âdem'in(Hz.) düşüşü. İkincisi, insanın. Âdem'in düşüşüyle insan, olmaya başladı. İnsanın düşüşüyle yok olmaya. 19. yüzyıl yeni bir insana doğru metamorfozdu.

Batı'da olup bitenler dünyayı işgal etti.

Batı'da olup bitenler dünyayı işgal etti. Toprak, insan ya da hayvan. Durmadan işgal. Yeni bir dünya kurulurken yeni bir insan inşa edildi: Tanrısız insan! Mümkün müydü bu? Hayır... Gerçekleşti mi? Evet (kısmen)... Mümkün olmayan imkân buldu. Ve insan denilen canavar bu imkânla 20. yüzyılı doğurdu. İki büyük savaş. Konvansiyonel silahlar. Soğuk savaş. İnsanın kitle iletişim üzerinden güdülenerek yönlendirilmesi vs. Ve hız. Makinelerin yükselişiyle beraber zamanın yaşanma hızının artması. Daha çok vakti olacak insanın, zamanla, zamanda fakirleşmesi. Evren günden güne genişlerken insanın günden güne daralması. İnsana, hayvana ya da tabiata... Hiçbirine, hiçbir şeye yetişememesi. Hepsinden uzaklaşarak kendinde sıkışıp kalması. 20. yüzyılın bize armağanı bu. Ara ara yükselen itirazlar/ isyanlar var bu süreçte. Ama hepsi sistemi daha güçlü kıldı. Belki de hassaten bunun için yapıldı. Muarızlarını yiyerek semiren bir canavara dönüştü dünya sistemi.

  • 20. yüzyılın bize armağan ettiği(!) en kötü şey ise, algılar, kabuller, önyargılar vs. İşbu kabullerden biri bu yazının konusu: "İslam'da resim yasağı" Kim yasaklamış? Neden yasaklamış? Nereye kadar yasaklanmış? Bilen yok. Eden yok. Dahası, üzerine konuşan yok. Bir sus pus hâli. Geçmiş zaman odur ki konuşulmamış. Anlarım, çünkü ihtiyaç yok. İtiraz yok. Neden olsun? Zaten dünyanın en güzel eserlerine imza atıyorsun. Döktürüyorsun âdeta. Allah'ın boyasıyla boyanmış olarak bir Endülüs'te açıyorsun çiçek gibi, bir Semerkant'ta. Fizan'a kadar renk renk dolaşıyor bir ruh ve güzellik bağışlıyor. Bu yüzden soru yok. Sorun da yok. Ama şimdi var. Soru da var. Sorun da. Yetmiyor ürettiklerimiz. Kimseyi tatmin etmiyor. Tatmin etmeyen şey mutlu da etmiyor. Arkasında ne olabilir bunun diye düşününce, yakın tarihe gidiyoruz ister istemez. Ne çok yakın ne de çok uzak tarihe. Osmanlı'nın son dönemlerinden Cumhuriyet'in ilk zamanlarına. Tasavvur değişiyor Osmanlı'nın son zamanlarında. Mefkûre yer değiştiriyor. Vakum gibi her şeyi kendine çeken Batı'ya doğru sürükleniyor Osmanlı.

Tarihin en rafine kültürlerinden birine imza attıktan sonra yaşanan düşüş.

Önce fikir sonra eylem planında. Tarihin en rafine kültürlerinden birine imza attıktan sonra yaşanan düşüş. İthal ettiğini dönüştürme gücünü temsil eden Nuru Osmaniye yerine, tamamen teslim oluşu simgeleyen Dolmabahçe. Ve günden güne kendinden uzak Batı'ya yakın bir yaşam tarzı. Cumhuriyet sonrası daha korkunç. Kendinden nefret etmenin politikası. Hatta bunun poetikasının inşası. Yapılan eserlerden ortaya konan metinlere yeni bir paradigma inşası. Başkasının paradigmasını kendine yamama ve halkına boca etme çabası. Ve değişen algılar/kabuller. Halkın durumu? Rejimin kültür-sanat adına dayattıklarına karşı elinden alındığı için sanatsızlıkla (biraz da kültürsüzlükle) verilen cevap. Yasaklanan bir gelenek, enstrümanları elinden alınan koca bir tasavvur kendini nasıl yenilesin ve nasıl cevap versin? En fazla yapabileceği şey kendini korumak. Var olanı konserve etmek. O da yapılamıyorsa kendi içine kapanmak. Ve kendini unutmak. Kendini kendinde kaybetmek. Fakirleşen (hem kültür hem de ekonomik olarak) bir millet için fazla seçenek yok.

18 soruda İsmail Erdoğan
Cins

Böyle durumda halk tepki göstermiş. Sanat adına dayatılanların odağında resim olduğu için tepkisi resme olmuş. Halka silah olarak doğrultulmuş çünkü. Avrupa'ya giderek gözü açılan ama gönlü kapanan sanatçıların getirdiği ve başka türlüsünün kabul edilmediği sanata karşı doğal bir tepki bu. Açık açık göstermek yerine üzerini örterek hissettirmek ve boşlukları, bakana dayatan değil kendi birikimi ve hisleriyle doldurma seçeneğini bahşeden bir gelenekten İbrahim Çallı'nın nü resimlerine düşüş. Millet tepki göstermesin de ne yapsın! Bu dayatmaya ve başkasını kopyalama rejiminin iddialarına cevap veremiyorsun. Kendini yenileme ve sanatına çağ atlatma imkânından da yoksunsun. Bu yoksunlukla beraber yoksulluk seni sadece tepkiye itiyor ve sanatın, hayattan gün gün çekilmesine sebep oluyor. Resim düşmanlığı böyle başlıyor. Ve sureti reddetme adına tüm resme karşı bir duruş sergileniyor. Bu duruş başka kabullerle birleşince tuhaf tuhaf kitaplar yazılıyor.

Bir şeyi resmetmek sanat yapmakla ilgili bir biçimdir. Ve resim denilince akla sadece natüralist anlayışın, mimesisin (doğayı taklit) gelmesi büyük bir handikaptır. Bu bağlamda minyatür de bir resmetme biçimidir. Geometrik desenler de.

Mazhar Şevket İşpiroğlu'nun İslam'da Resim Yasağı ve Sonuçları gibi. Başlığa bakar mısınız? Kitap direkt olarak resim yasaktır diyor ve sonuçlarından bahsediyor. Hâlbuki resim var resim var değil mi? Kitap 1971 yılında basılmış. Yani modern sanat bitmiş, kavramsal sanat arz-ı endam etmeye başlamış. Soyut dışavurumculuk göstermiş kendini yeryüzünde. Batılı sanatçılar tarafından İslam sanatına övgüler yağdırılmış. Batı resminde tarihi kırılma kabul edilen modern sanatın arka planında İslam sanatının etkisi konuşulmaya başlanmış ve resmin altından çok sular akmış. Ama bunlar hiç olmamış gibi bir kitap yazılıyor ve İslam'da resim yasağıyla sonuçlarından bahsediyor. Çünkü böyle bir kabul var. Bir temayül oluşmuş. Teamül mü? Hayır. Resmin yasaklandığına dair hiçbir kanıt yok. Yasaklanan şey ya da bu konuda dikkat çekilen şey belli: SURET! İnsan suretinin resmi. Onunla ilgili de yasak yok. Ama tehlikesine binaen uyarı var. Tehlikeli sularda dolaşmayın, deniyor. Yoksa karşı olunan put ve putlaştırma.

Yasaklanan şey ya da bu konuda dikkat çekilen şey belli: SURET!

Resim Batı'daki gibi ilerlemedi diye uzak mı düştük sanattan?

Hıristiyanların yaptığına benzer bir şekilde ikonlaştırma. Müslümanlar böyle bir tavır almada haklılar. Şüpheli şeylerden kaçınıyorlar. Günaha götüren yollardan kaçıyorlar. Riski göze almıyor ve şeytana fırsat vermiyorlar. Böyle olması sanata engel mi olmuş? Rönesans ressamları ya da Antik Yunan sanatçıları gibi surete vücut vermemişler diye sanat yapmamış mı Müslümanlar? Resim Batı'daki gibi ilerlemedi diye uzak mı düştük sanattan? Hatta resimden, resmetmekten. Hayır! Bir şeyi resmetmek sanat yapmakla ilgili bir biçimdir. Ve resim denilince akla sadece natüralist anlayışın, mimesisin(doğayı taklit) gelmesi büyük bir handikaptır. Bu bağlamda minyatür de bir resmetme biçimidir. Geometrik desenler de. Bitkisel kompozisyonlar da. Hatta, hat sanatı bile resmetmeden resmetme diyebileceğimiz bir biçimdir. Burada önemli olan neyi resmettiğin ve resmettiğin şeyin neye hizmet ettiğidir. Müslümanlar bunu kaçırdıkları için mi suretin resminden kaçındılar diye sorarsanız? Hayır.

Müslümanlar âyetlerin sonsuzluğunda, sonsuz olanın resmini icraya kalktılar ve daha önce var olan bazı sanatları alıp kendilerine mal ederken, bazı yepyeni sanatlara da imza attılar. Bunu yaparken komplekse kapılmadılar. Büyüklük taslamadılar. Kimseyle yarışa girmediler. Esas olan sonsuz güzelliğin peşinde bir ömür yaşamak ve onu dile getirmekti. Bu, doğal olarak soyut alana kaydırdı onları. Mutlak olan cüz'i olanda nasıl ifade edilebilirdi başka? Ki, o mutlak(Allah) hem soyuttu hem somut, hem maddeydi hem mana. Varlığın bütün birim ve biçimlerinde vardı. Bu hâliyle namevcuttu. Namevcut olanı mevcut bir surette resmetme( beyhude bir çaba) yerine soyut olan grafik ve formlarda resmetmeyi tercih ettiler. Bu bir tercih meselesiydi. İmanın doğurduğu güzellik aşkının ifadesini soyut kompozisyonlarda bulmanın neticesiydi. Müslüman'ın ne gündelik hayatı resmetme ne de Tanrısal olanı gündelik olana hapsetme gibi bir derdi yoktu.

Mimar Sinan'da kubbe. Varlığı kuşatma harekâtı/biçimi olarak kubbe...

Kendi semasında yaşadığını kendi düzleminde ortaya koyuyordu. Bir sanatçı olarak yapıyordu bunu. Bir zanaatkâr olarak yapıyordu. Yine bir mimar olarak yapıyordu. Aslında sanat diye bir derdi yoktu. Yaşamaktı derdi. Ağırlığının hakkını vermek ve "Sizin en hayırlınız insanlara en faydalı olanınızdır" hadisine uygun bir şekilde yaşamak. Böyle yaşar ve yaparken düştük. Batı paradigması ezip geçti bizi. Kaybetmedik kendimizi, ama unuttuk. Neyi, neden yaptığımızı unuttuk. Buna, Batı'nın İslam sanatı ve Müslümanların sanatla girdikleri ilişki üzerinden tahrifatı da eklenince kendimize yabancılaştık. Hatta kendimize düşman olduk. Tanrılaştırmaya(resim üzerinden) düşman olacakken, resme düşmen olduk. Ahlâksızlığa düşman olacakken sanatın kendisine düşman olduk. Başlarda haklıydık. Sanat adı altında bize dayatılan şey, ahlaki erozyona sebep oluyordu ve ilk nesiller bu erozyona karşı durdular. Ama sonraki nesiller? Sonraki nesiller bunu unutarak masum(sanat) olana karşı durdular.

Müslüman'ın ne gündelik hayatı resmetme ne de Tanrısal olanı gündelik olana hapsetme gibi bir derdi yoktu.

Suçlu sanat değildi. Sanatı silah olarak kullanan silahşörlerdi. Sanatı kültürel dönüşüm aracı olarak kullanan toplum mühendisleriydi. Hâlbuki onlar gelip geçiciydi. Onların getirdiği de. Kalıcı olan sanattı. Sanatın bir araç olarak masum oluşuydu. Allah yaratmıştı çünkü. Bu yüzden bir istidat olarak vardı insanda. Reddetse de vardır her insanda. Bu yüzden Divriği'de yeryüzünün taç kapısı olur Müslümanlar. Endülüs'te geometriden bir saray. Fatih'in defterlerinde karalama. Mimar Sinan'da kubbe. Varlığı kuşatma harekâtı/biçimi olarak kubbe... Başa dönersek... (Başa deyince hep Hz. Âdem gelir aklıma) Genç bakarken bir güzele (insan, tabiat vs.), Tanrı pek gelmez aklına. "Ne güzel" der sadece. Güzele bakar. Doyamaz bir daha bakar. Ama bu işin neresindedir Tanrı? Herhangi bir yerinde var mıdır? Nasıl olsun ki? Her şey onu fısıldamak ya da haykırmak için varken çağ(içinden geçtiğimiz) üzerini örtmek için elinden geleni yapmaktadır.

Tanrı'yı kapı dışarı etmek için çalışmaktadır. Etkili oluyor bu ve koşullanmayı sağlıyor. İslam ve sanat çatışır diyor mesela çağ. Müslümanlar geridir, gericidir diyor. İslam'da felsefe yoktur, diyor vs. Kimse de "bu ne diyor" demiyor! "İslam ve sanat birdir" demiyor. "İslam başlı başına tekâmüldür" demiyor. İslam düşünmeden, akletmeden adım atmamanın adıdır demiyor. Diyenler de kendini dinletemiyor. İnsanlar dinlemiyor. Kabuller çok güçlü. Önyargılar çok güçlü. Ama unuttuğumuz bir şey var: SON YARGI... Michelangelo'nun son yargısı değil, ama Allah'ın resmedilemeyen son yargısı...