Öteki̇leş(ti̇ri̇l)meni̇n tari̇hsel boyutu
Bir anlamda her şeyin modernite olgusu ile ortaya çıktığını ileri sürmek çok da iddialı bir yaklaşım sayılmaz. Weber’in kapitalist espriyi açıklarken ifade ettiği “birdenbire sakin giden hayat sona erdi” sözü ile asıl dile getirilmek istenilen şey, moderniteyi tetikleyen dinamikler karşısında geleneksel yapının buna verdiği tepki ile ortaya çıkan gerilim olmuştur. Bu gerilim, farklı tarihsel koşullarda farklı görünümler şeklinde kendisini hissettirmiştir. Özellikle Türkiye gibi moderniteyi gecikmiş modernlik ekseninde yaşayan toplumlarda bu süreç biraz daha travmatik etkilere yol açmıştır.
Tanzimatla başlayan modernleşme süreci içinde ortaya çıkan batılılaşma yanlısı Osmanlı aydınları, taklidi bir yöntem/araç olarak kullanmak suretiyle kendi sentezini yaratmak istemiş ve bunda belli ölçüde başarılı olmuştur. İkinci Meşrutiyet garbçılığı ve onun büyük ölçüde devamı olan Cumhuriyet devrimciliği ise monolitik bir medeniyet anlayışı içinde batılılaşmayı çağdaşlaşmanın temel ekseni olarak görmüştür. Bu suretle sentezci yaklaşımlar sona ermiştir. Ulus devletin devrimci bir anlayışla kurulmasından sonra devlet eliyle ulusun inşası sürecinde, bir ölçüde tarihsel koşulların da etkisiyle radikal modernleşme projesi içinde sert kültür politikaları devreye sokulmuştur. Bu proje içinde kökenleri İmparatorluğun kaybedilmesi sürecindeki keskin görüş ayrılıklarına kadar dayanan fikri ayrışma, yeni dönemdeki politik ortamda daha da derinleşerek zihniyet düzleminde kendisini yeniden hissettirmiştir. Yine bu ayrışma, devrimin sosyo-politik-kültürel aksiyon süreci içinde giderek genişlemiş ve sistematik boyutlara ulaşmıştır. Erken Cumhuriyet döneminde inkılapların topluma mal edilmesinin bir aracı olarak görülen bu anlayış, zaman içerisinde süreklilik kazanarak Türk toplumunda Erol Göka’nın ifadesiyle segmenter bir yapının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Uluslaşma sürecinde bu açıdan geciktirici etkileri de olan bu yapı içinde toplumu oluşturan farklı zihniyet grupları arasındaki iletişim ve etkileşim zayıflamış, bu durum da toplumsal bütünleşme yönündeki siyasal kültürü olumsuz yönde etkilemiştir.
Kadro’nun etkisi
Özellikle 1930’lardan itibaren Türk inkılabının ideolojik ve felsefi açılardan tarihsel anlamını belirlemek ve onun evrensel bir temele oturtulması amacıyla ortaya çıkan Kadro hareketi bu oluşumda önemli rol oynamıştır. Nitekim bu hareketin yayın organı olan Kadro dergisinin 14. sayısındaki sunuş bölümünde bulunan şu ifadeler bunun bir göstergesi niteliğindedir.
- “…İnkılaplarda en büyük tehlike, düşmanın kaybedilmesidir. Denilebilir ki hatta inkılaplar yaşamak ve gayelerine varmak için, düşman yoksa icat etmeğe mecburdurlar. Türk inkılabı için düşmansız kaldığını iddia etmek cidden haksızlık olur.
- …Bütün bir cephe! Bir cephe ki yarılıncaya ve çözülünceye kadar hiç olmazsa iki nesil eskitir. İşte düşmanlarımız. Bütün gençliğe bunlar gösterilecek, bunlar anlatılacak ve genç yumruklar bunların kafasına inecek. Fakat gençliğin bu kuvvetlere saldırması için rejimin siyasi görüşünü alması ve bu görüşün içinde pişmesi lazımdır.
- …Ric’at hatları kesilmiş amansız bir mücadele platformu olan inkılap meydanında bitaraf bir fikrin ve bitaraf bir sanatın balı zaten biriktirilemez” (Kadro, 14, 1933, s.4).
Alıntıdan da görüldüğü gibi toplumun belirli bir kesimi, böyle bir konumda olmasa da inkılabın/rejimin ötekisi kabul edilecek ve ona göre bir anlayış ve uygulama geliştirilecektir. Dönemin tarihsel koşulları içinde bu durumun, reel sayılabilecek tarafları bulunsa da iki nesil olarak belirlenen zaman dilimi bu yaklaşımdaki sürekliliğe işaret etmektedir. Bu hareketin de etkisiyle özellikle 1960 ve 70’lerde toplumsal kültür aşırı derecede politize olmuş ve bu durum milli birliği tehdit edecek boyutlara ulaşmıştır. Yaklaşık üç çeyrek asır boyunca bu anlayış sistemin mantığına hükmederek hemen her dönemde kendisi açısından bir öteki yaratmıştır. Bu ötekileş(tir)me etnik, dinsel ya da mezhepsel düzeyde olmayıp, daha çok ideolojik düzlemde olmuştur. Türk devriminin baskın pozitivist niteliği dolayısıyla benimsediği “düzen ve ilerleme” düsturu, Cumhuriyet elitlerinin toplumsal denetim girişimlerini sürekli teşvik etmiştir. İktidardaki Kemalist seçkinler için, Batı türü bir “ilerleme” sayesinde toplumda sağlanacak birlik nihai hedeftir. Bu bakımdan Cumhuriyet tarihi boyunca etnik, ideolojik, dini ya da ekonomik nitelikli her türlü farklılaşma çoğulcu bir demokrasinin doğal bileşenleri olarak değil, birlik ve ilerlemeyi tehdit eden, istikrarsızlığa yol açan unsurlar olarak görülmüşlerdir (Göle, 1999, s. 73).
Bunun bir başka kısa örneğini de Falih Rıfkı’nın, Hakimiyet-i Milliye’deki şu satırlarında görmek mümkündür:
- “…Bizden olmayanların geçen seneki parolası demokrasi idi. Şimdiki parolası sınıftır” (Atay, 1931).
Kutuplaştırıcı anlayış
Bu örneklerden de görüldüğü gibi bu görüşler; “biz ve onlar” ayrımını, bütünüyle değerler aleminin kavramlarıyla yapan, iktidarı temsil eden, “biz”e karşı gelişecek her türlü muhalif olan “onlar”ı daha doğuş aşamasında “kutsal bir misyon”un sağladığı bir haklılıkla yok etmek isteyen, bunun için gerekirse şiddetin kullanılmasını dahi meşru kabul eden ortak bir anlayışı ifade etmektedir (Bostancı, 2008, s.73).
Sözü edilen dönemde ric’at hatları kesilmiş bir inkılap sürecinden bahsedilirken bugün varılan noktada ise tarihsel-sosyolojik koşullar, sürekliliği yeniden inşa ederek yeni bir toplumsal yapıyı ortaya çıkarmış ve siyasal kültür de buna göre şekillenmeye başlamıştır. Bu bakımdan meşruiyet koşulları da göz önünde bulundurulmak kaydıyla, zamanın ruhu göz ardı edilmeyerek, konjonktürel olarak yükselen bir değer değil, tarihsel bir hedef/ ideal/imkân konumundaki demokrasiyi ön plana çıkaran yeni yaklaşımların benimsenmesi gereği ortadadır. Bu türden yaklaşımların süreklilik kazanması ise, Türk modernleşmesinin travmatik etkileri sonucu ortaya çıkmış olan segmenter toplum yapısının büyük ölçüde rehabilitasyonunu da beraberinde getirecektir.