Ötekiler'in göğüne asılmış son yıldız Azer Bülbül

GÜVEN ADIGÜZEL
Abone Ol

Sesinde bir şey vardır. İnsanı ilk anda yakalayan ve bir daha bırakmayan tutkulu birşey. Sesinden başka bir varlığı da yoktur zaten. Hem hüzünlü, hem de isyankâr bir tavırla icra eder şarkılarını. Özgün bir yorumcudur.

“Bu yalan dünyanın dert sahnesinde

Oynadım, oynadım rolüm bitmedi”

(Borcum Bitmedi, şarkısından)

Türkiye’deki bütün arka sokaklar, hem kendi gerçekliğinde, hem de o gerçekliği bile isteye bozan, yaralayan, jilet gibi keskin bir hikâyenin içinde ikamet ederler. Malum, sosyoloji her zaman hikâyenin tamamını anlatmaz. Veriler, analizler, grafikler, hayatın görünen kısımlarına nüfuz eden soğuk matematikler de içerebilirler. Oysa görünmeyenlerden neşet eden çığlıkların anlam’ı çok başka şeyler söyler. Başka, derin. Herkesin tanıdığını söylediği ama en fazla uzaktan gördüğü has ötekiler adına söz alan adamları, ilk onlar yani arka sokaklar bağrına basar bu yüzden. Politik olarak altı çizilmiş ötekilerden, sosyolojik tablolarda yer bulan ötekilerden ve basın açıklaması yapacak güce sahip ötekilerden bahsetmek kolay. Ama gerçek ötekiler asla görünmezler. Örgütsüz, isimsiz, sessiz, medyasız milyonlar! 60’lı ve 70’li yıllarda isyanlarını üç babalar’ın sesiyle yoğuran milyonlar... Hayatın tam ortası burası. İşte Azer Bülbül, Hakan Taşıyan’la birlikte isimsiz milyonlarca ötekinin o çok yağmurlu göğüne asılmış son büyük yıldızlardan biriydi. Işığının farkında olmayan, bir başına kalmış mütevazı bir yıldız. Arka sokakların çığlığı olarak gariplerin kulağında çınlayıp, zehir gibi sesiyle, kalplerde sonsuz ikamete ulaşmış bir yıldız. Ötekilerin göğüne asılmış son yıldız.

Türkiye’nin en ucunda, Kars’ın Arpaçay ilçesine bağlı Akyaka köyünde başlayan zorlu bir hayatın, çocuk yaşta başka bir uca, yani çileli Almanya gurbetine savrulması, yakıcı bir hikâyenin mecburi istikametindeki başlangıç meridyenidir. 13-14 yaşlarında köy okulunda söylediği türkülerle sesini keşfeden Subutay Kesgin, Cengiz Han’ın Avrupa’da savaş vermiş meşhur generalinin adıyla vardığı Almanya topraklarında, köy okulunda olduğu gibi yine sesiyle var olmaya çalışacaktır. Almanya uzun bir hasret. Okulsuz günler ve elinde mikrofonla maişetinin peşinde bir adam. Sesiyle ekmeğini kazandığı düğünlerin birinde şarkı söylerken, o düğünde bulunan dönemin ünlü şarkıcısı Yıldız Tezcan’ın keşfiyle hayatının rotası değişir ve Tezcan’ın taktığı adıyla Azer Bülbül’dür artık. Mahcubiyetinden Yıldız Tezcan’a, “Niye Azer?” diye soramamıştır bile. O mahcubiyet, sesini dağlayan bir yanardağa dönüşür zaten yıllar içinde. Hep kendi kalbine saldıran Moğol orduları kumandanı Subutay durmuş, zehir gibi sesiyle Azer Bülbül başlamıştır. İçindeki savaş hiç bitmeyecektir ama. Kaderin bir cilvesi olsa gerek, 18 sene Subutay, 25 sene Azer’dir. Azer, Subutay’dan daha uzun yaşamıştır.

Azer Bülbül adıyla, yıllar sonra yeniden başlayan Türkiye macerası, Uzelli Plak etiketiyle yaptığı 10 albümle taçlanacaktır. Hiçbiri hedefini bulmayan ve sessizlikle karşılanan 10 albüm. Ama sesinde bir şey vardır. İnsanı ilk anda yakalayan ve bir daha bırakmayan tutkulu bir şey. Sesinden başka bir varlığı da yoktur zaten. Hem hüzünlü, hem de isyankâr bir tavırla icra eder şarkılarını. Özgün bir yorumcudur. Kendine has bir nağme, gırtlak, nida anlayışı vardır. Yakarır gibi söyler. 1985- 1995 yılları arasında yayınladığı türkü ağırlıklı 10 albümle oldukça sınırlı bir çevreye adını duyursa da, müzikal yolculuğunun anlamını bulması, sesinin demini alması ve yorum tarzının oturması adına bir ‘’bekleme odası’’ işlevi görmüştür bu yıllar. Azer Bülbül olmasını sağlayan beklenen işaret fişeği ise 1995 yılında yayınladığı ‘’Ben Babayım’’ albümü olur, ki sesine en çok yakışacak şarkıların toplamından oluşur bu albüm. Ben Babayım’da yer alan ‘’Kurşun yedin sol yanından / yaralandın mı ey can?’’ şarkısıyla dillere destan, kalplere derman, yollara ferman olmuştur Azer. Halk müziğine sadık kalmaya çalışsa da, ruhunu, demini, ahengini arabeskte bulacaktır. Aynı İbrahim Tatlıses gibi türküleri unutmayacaktır belki ama, en damardan icralara değecektir artık ateş gibi hançeresi.

TİTRERİM MÜCRİM GİBİ!

Prodüktör ve metal / core müzik icracısı Erhan Kabakçı’nın Azer Bülbül’ün yorum tarzı için yaptığı benzetmenin güzelliği mesela; “dinledikçe içine çeken karadelik.” Şarkılarını sahnede kendine özgü tarzıyla icra ederken tek kişilik bir ayindeymişçesine titremesi, asla yapaylık içermeyen, coşkun ve aşkın bir haldi aslında. Notaların içinde kalbiyle yürüyordu sanki. Poz kesmiyordu, içinden geldiği gibiydi. Konuşmayı pek sevmese de titremelerinin gerekçesini halden anlayanlara şöyle anlatmıştı;

“Tamamen duygu yoğunluğu. Ben bile ne yaptığımı bilmiyorum. Çekiyorlar kameraya, izleyince ben bile şaşırıyorum. Valla ben şarkı söylerken kendimi unutuyorum inanın yani. Çünkü kendimi yaşıyorum o sözlerde. Biraz da hisleniyoruz herhalde. Konserlerim 1-1.5 saat sürüyor. Zaten bir saatte kendimi bitiriyorum ben. Hep peş peşe şarkı söylüyorum. Bir ilk çıktığımda “hoş geldiniz” derim, ondan sonra hiç konuşmam. Konuşmayı pek sevmem. Şarkı kalmayınca iniyorum sahneden”

Er gazinolarında, bekar odalarında, gecekondu muhitlerinde, yerel radyolarda, nöbet kulübelerinde, ışıklı taksi-dolmuş teyplerinde, Ankaragücü tribünlerinde, öğrenci evlerinde, oto sanayilerde, deplasman otobüslerinde ve uzak gurbet ellerde yankılandı Azer’in o yakıcı sesi. Onu teknik olarak punkçı sayanlara da, varoşların bluescusu namıyla ananlara da “sağolun anam-babam, müziğimizi herkese ulaştırmaya çalışıyoruz, Allah razı olsun” falan diyebilirdi en fazla. İmajı yoktu çünkü, bizatihi kendisi vardı. Yorulanların sesiydi Azer. Çok yorulanların. Pire Limanında, Lizbon kahvelerinde ya da New Orleans sokaklarında atılan çığlıkların yankısını duymak mümkündü onun sesinde. Aynı yerlerde geziniyordu ruhu. Karikatürize edilmeye çalışılsa da, titreyerek, inleyerek, buz tutarak ve hançeresinde taşıdığı korlardan hesap sorarak söyledi şarkılarını. 2. sınıf tavernalarda, ucuz otellerde, en ücralarda zehir gibi dolaştı, nehir gibi aktı. Yorumunu aynen taklit eden Eyüphan ve Mazlum gibi ardılları çıksa da, kimseye benzemeyen haliyle bir garip Azer’di. Bir yeri yoktu dünyada, yerini kimse dolduramadı bu yüzden.

Azer’in ilk albümünün adı Garip Yolcu’ydu.

GARİP YOLCU; BİR AZER VAR, AZER’DEN İÇERİ

Metin Üstündağ’ın Azer Bülbül’le ilgili anlattığı anısının tam ortasında ‘’güzel’’in tanımı da vardır aslında; ”Kendime çay doldururken o geldi. ‘Çay içer misiniz’ diye sordum. ‘He içerim kardaş sağol’ dedi titreyerek, ona da bir bardak doldurdum, getirdim. Tiplerimize uyduramamış olmalıyız ki: ‘çaycı mısınız’ diye sordu, ben de: ‘komedyen misiniz’ diye atağa geçtim. ‘Yok kardaş müzisyenim ben arabesk fantezi dalında’ dedi. Toparlamak için: ‘çok güleçsiniz de onun için komedyen misiniz diye sordum’ dedim. ‘Güleçliğimiz insanlığı sevmemizden kardaş’ dedi.”

Sahipsizdi Azer, serseri mayın gibiydi bazen, çoğu zaman kendi halinde bir başına. Belki büyük bir prodüktör, güçlü bir menajer ve farklı bir ekiple çalışabilseydi, karakteristik sesi ve üstün icra kabiliyetiyle çok daha iyi yerlerde olabilirdi. Daha büyük mekânlarda söyleyebilirdi. İstemedi, aklının ucundan bile geçirmedi bunları, geldiği gibi yaşadı günleri, sahici ve samimiydi. Bir alt kültür starı olarak kalmayı tercih etti, yine de milyonlarca albüm sattı, adını dağlara taşlara yollara kazıdı sevenleri, bir ülkeyi yeraltından sallamayı başardı en nihayetinde. Yapmacıksız bir hayatı özleyenlerin sesiydi, asla görünmeyen kapkara ötekilerin. Uçurum kenarlarında yürüdü durdu, ayakları buna mecburdu. Şarkılarındaki o derin anne imgesini, dara düştüğünde, zorda kaldığında, kalbi göğsüne sığmadığında her defasında çocukça bir nidayla hissettiği anne duygusunu, yalnızlığın ve bir başına kalmışlığın panzehiri olarak kendi ücrasına hapsolmuş bir adamın kurtuluş feryadı olarak da okuyabiliriz. Üzülmedim ki, derken bile kederinin içinde boğulduğunu ikrar etmek gibi bir hayat.

Azer’in ilk albümünün adı Garip Yolcu’ydu. Hayatı da öyle oldu. Otel odalarında ailesinden uzakta kendi kalbine göçmüşlerin şarkısını söyledi. Jilet gibi gerçek bir vokaldi. Müziğe bir çıkış yolu olarak tutunmuştu, ancak söyledikçe önce şarkılarına, sonra da kendi sesine gömüldü. Borcu bitmedi bu dünyaya. 43 yaşındaydı, 24 albüme ve harap olmuş bir kalbe sahipti. Hakkında yapılan tıbbi açıklama evvelemirde ölesiye yorulmuş bir adamın eşkâlini tarif ediyordu; “Kalbini çok ihmal etmiş. Damarları tıkanmış ve 43 yaşında olmasına rağmen kalbi 70 yaşındaki bir insanda görülebilecek derecede yorulmuş.” Aslında aynı tıbbi açıklamayı -kimse fark etmese de- söylediği son şarkısında bizzat kendisi yapmıştı; “duygularım darmadağın anlayamazsın / bendeki kalp sende olsa taşıyamazsın“

*Kurşun kalemle kaset sardığımız günlerde, dinlemekten parçalanmış bir Azer Bülbül albümü olan ‘’Ağıt’’ için… Ve hiçbir zaman; uzun yağmurların eşlik ettiği bir Nisan ikindisinde, ağır ağır giden o kırmızı şahin’in arka koltuğunda dinlediğim andaki kadar şiddetli duyamayacağıma emin olduğum ‘’İyi Değilim’’ şarkısı için…