Orta Asya'ya dönmeyeceğiz!

ERCAN YILDIRIM
Abone Ol

Küfrü tefrik edebilme yetisine Anadolu’da sahip olduğumuza göre artık millet olarakdüşündüğümüz yerde değiliz; düşünüyoruz varlığımızı varlık alem inden alıp insanolma haysiyetine yükseltebiliriz.

Anadolu Hak ile Bâtıl’ın, İslam ile küfrün sınır hattıdır.

Anadolu topraklarına sığınma, Anadolu topraklarından başlayan savunma hattı, Anadolu topraklarına çekilerek elde edilen zaferler... Anadolu’ya gelen Türk boyları batıya yani küfürle savaşmaya doğru gittikçe büyüdüler. Anadolu’da “küçük olsun benim olsun” diyenler, iç çekişmeler nedeniyle yokolup gitti. Türk varlığı, Anadolu’da “kök”leşerek gerçekleşti. Yurt, bulunduğu toprağa kök salmaktır; kök, Türklerde ancak İslamla mümkün olur.

Kemalistler, Anadolu’nun konumunu belirlemek için Türk Tarih Kongresi topladılar. Kongre pek çok vasıflı tarihçiye rağmen sisteme bağlı, iktidarın güdümündeki iki, yeni yetme isme, Afet İnan ve Reşit Galip’e emanet edildi.

Reşit Galip Türklerin Anadolu’ya gelişleriyle ilgili senaryoları yazıyor, “atanmış” tarihçiler bir bir onaylıyordu. Fuat Köprülü ve Zeki Velidi Togan Türk Tarih Tezi’nin bütününe değil bir kısmına muhalefet ettiler. Özellikle Zeki Velidi, Orta Asya’dan Türk göçlerinin nedenleri konusunda yapılan “maddi hatayı” tashih ettiği için sürüldü.

Onun gidişiyle beraber Köprülü de resmi tezlerin hepsini kabul etti. Doğru söylüyordu, “benim evim, kitaplarım sırtımda değil ki” diyerek Zeki Velidi kadar cesur olmadığını itiraf da ediyordu.

Peki Zeki Velidi neye itiraz etti? Kuraklık meselesine...

Reşit Galip’in senaryosuna göre Orta Asya’daki mümbit iklimin bağlı olduğu göl kurumuş, büyük bir kuraklık yaşanmış, Türkler kendilerine yeni yurtlar, otlaklar, yaşam alanları (heimat) arayışına girip Anadolu’ya gelmişlerdi. Bu esasında kongreye katılanların da müşterek fikir birliğine vardıkları kuraklık yorumuydu fakat Zeki Velidi kuraklığın, iklim değişikliğinin, gölün kurumasının “tarih çağları” içinde değil, “tarih öncesi” çağlarda gerçekleştiğini, bu maddi hatanın düzeltilmesini istedi. Evet, doğruydu; tarih çağlarından yani insanın ortaya çıktığı dönemden önce buzul çağı sona ermişti, bu kadar büyük değişiklikler insanlık öncesindeydi. Togan reddedildiği gibi, bu kadarcık itirazına bile tahammül gösterilmedi, sürüldü. Onu yalnız iki kişi destekledi, talebeleri Turancı Nihal Atsız ve Sosyalist Pertev Naili Boratav hocalarına arka çıktılar... onlar da sürüldü.

TÜRKLER ANADOLU’NUN YERLİSİ Mİ?

Kemalistlerin Orta Asya tezi bir bakıma Türklerin varlığını Anadolu’da kesinleştirecek tezleri haklı çıkartacak tarihi arka plan arayışına dayanıyordu. İslam öncesi Hitit ve Sümer uygarlıkları Türklerin atasıydı Kemalistlere göre... Yani Türkler esasında Anadolu’nun “esas sahipleri” idi. Tabi Orta Asya gerçeğini haklı göstermek için de Hitit ve Sümerlerin de Anadolu’ya Orta Asya’dan geldiklerini iddia ettiler, devamında “insanlık alemi”nin bu coğrafyadan zuhur ettiğini öne sürdüler. Güneş Dil Teorisi de buna dayanıyordu.

Kemalistlerin bu “kök arayışları”nı İslamcılar tek boyutlu okudular; İslamcılar için Hitit ve Sümer vurgusu Türkleri İslam’dan koparmaya matuftu. Tam olarak böyle denilemez tabi, Cumhuriyet eliti oryantalistlerin sözlerini, Avrupa’nın niyetlerini, saldırılarını püskürtecek delilleri arıyorlar, geleceğe “Türkler Anadolu’nun yerlisi” görüşünü taşımak istiyorlardı. İstiklal Harbi’ni, Büyük Paylaşım Savaşı’nı yaşayıp, 780 bin kilometrekarelik topraklara sahip olma başarısını varolma – yokolma mücadelesini kazanmayı şaşkınlıkla karşılayan bu kuşak, ellerine hangi görüş, hangi tez, vatanı koruyabileceklerini düşündükleri hangi tutamak geçerse ona sarılmayı görev bildiler.

TÜRKLERİ ORTA ASYA’YA SÜRME DAVASI

Balkan Savaşları’nda Batı, Türkleri Avrupa’dan atmanın hazzını tattı. Kadim davaydı, “Türkleri geldikleri yere geri gönderme”; onlar göçebeliğe atıf yaparak aşağılamak için “sürmek” kelimesini de kullanırlar. Öncelikli hedef Avrupa topraklarından Türk atlarının nal seslerini kesmekti, başardılar. Zaten İnebahtı ile yenilmezlik korkusunu üzerlerinden atmışlardı. Viyana ve İtalya önlerindeki durdurma aynı zamanda geriletme demekti. Türkleri Avrupa’dan sindire sindire attılar; sıra Anadolu’daydı...

Sadece Bulgar Generali Savof değil İngiliz Gladstone, Canning ve pek çokları Türkleri Akdeniz’in öte tarafına, Asya’nın vahşi iklimine kovmaktan bahsediyorlardı. Gladstone çok daha sertti, Türkleri dünyadan kaldırmaktan söz ediyordu.

Sevr sonrası Ortadoğu paylaşımında Türkiye ve Türklerin durumu için vahim öneriler geliyordu. Orta Anadolu’ya sıkışmış bir devlet, denizlerle bağlantısı kesilmiş, bozkır iklimine dayalı küçük bir İç Anadolu Devleti’ni layık görüyorlardı. Bu ihtimalin, amacın tamamen ortadan kalktığını iddia etmek mümkün mü? Graham Fuller’in dünyadaki sorunların nedeninin İslam olduğunu söylemesi, İslamsız Dünya tasavvuru biraz da Türkleri geldiği yere gönderme fantezisinin bir sonucu. Bugün bu fantezi sadece teorik düzlemde değil, el’an, fiilen Suriye, Irak, Ortadoğu, Güneydoğu meselesi üzerinden yürürlükte, capcanlı tutuluyor.

  • Bizleri bugüne getiren temel saik, asıl terkib, “ilk kaynakların, Türk yorumları ve usulleri”ne olan sadakattir. Müşterek bir hayat nizamı işte bu bilinç ve altyapıyla inşa edildi. Müşterek hayat ancak inşa süreciyle mümkün olabilir. Birbiri için varolabilen insanlar olma kararlılığını sürdürmek Anadolu insanın temel karakteridir.

Tarih akan zaman içinde kendini yeniden kurarken, hissettirmez. Olaylar gerçekleşirken bireyler ya bir sarhoşluk halinde vuku bulanı kestiremez ya da sert gerçeklikler karşısında çaresizce aşırı uyarılırlar. Türkiye bugün enfiye çekmiş gibi hülyalar içinde çöküşünü izliyor. Tarih vurguları, temenniler, çatışma ve savaşma kararlılıkları oyuncağı elinden alınmış çocuğun intikam temrinlerinden öteye geçemiyor. Halbuki ne vatanın ne milletin değerini idrak edebilmiş toplum yapısına sahibiz.

Bugün “vatanım ruy – i zemin, milletim nev – i beşer” diyenler kazanıyor. Büyük insanlık idealinden söz açıp, gümrah dünya ırmaklarına açılmak hevesindeki kesimler, İslam’ı dümdüz ettikten sonra, son direnç hamlesi olabilecek vatan ve millet varlığının genleriyle oynuyorlar.

Anadolu ne taşınmış kitlelerin, bindirilmiş kıtaların, zorlanmış insan yığınlarının otlak aradığı bir zemin ne de dereleri, vadileri, ormanlarıyla yerli malı haftasına konu olabilecek milli kalkışmaların, göğsü kabaran kitlelerin gurur abidesi.

BİRBİRİMİZE EŞ OLDUK

Anadolu “kökyurt”tur.

İslam’ın Batı ile çarpıştığı son hattır. Anadolu toprakları İslam’ın üssüdür. Savaşmadan Türk olduklarını zannedenler, Kelime – i Şehadet getirip rahata ereceklerini düşünenler “kökyurt”un sürekli mücadele sahası olduğunu unutmak, unutturmak istiyorlar.

Anadolu “kavganın göbeği”dir; yani İslam ile yoğrulmuş insan hakikatinin vatanıdır.

Ne seküler “vatan aşkı”, ne milli ve yerli refleksler uyanık olmayı gerektirecek bilinci canlı tutabilir. Öyle ki Kemalistlerden itibaren milliyetçi reflekslerin geneli, bir “giz”i ortaya çıkarmak, örtüyü kaldırmak için değil bilakis hakikati örtülerin altına sokmak için gayret ettiler.

İstiklal Harbi ile uç veren 1960’larda yeniden palazlanan Anadoluculuk, toprak ile insan arasındaki bağı kurarken, İslam’ı arka plana iten görüşler ortaya attı. Türkçüler ve Turancılar ise gaza ve fetih kavramlarını, Türkün içinden çekip aldı. Dolayısıyla Anadolu üzerine söz söyleyen muhafazakar, milliyetçi, İslamcı kesimler meselenin hep bir ucundan tuttuğu için Mavi Anadolucuların seküler, Efes Antik Harabeleri’ni yücelten yaklaşımlarından çok da uzağa düşemedi.

Anadolu, Türklerle birlikte ırkî, dinî, medenî bir değişiklik yaşamıştır. Türkler Anadolu’ya geldiklerinde mâmur bir beldeyle karşılaşmadılar, tam tersine yıkılmış Batı feodalizminin altında inleyen bir insanlık buldular. Kemal Tahir, Devlet Ana’da zorba ve haraççı Batı’nın karşısına adil İslam ve Türkleri koyduğu için taşlandı.

Virane Anadolu, Gazali’den sonra başlayan Yunus Emre ve İbn Arabi ile devam eden terkiblerle gerçekten bir vatan halini aldı.

Yunus bunu çok da güzel anlatır: “kuru idik yaş olduk, kanatlandık kuş olduk, birbirimize eş olduk, uçtuk elhamdüllillah.”

Bizleri bugüne getiren temel saik, asıl terkib, “ilk kaynakların, Türk yorumları ve usulleri”ne olan sadakattir. Müşterek bir hayat nizamı işte bu bilinç ve altyapıyla inşa edildi. Müşterek hayat ancak inşa süreciyle mümkün olabilir. Birbiri için varolabilen insanlar olma kararlılığını sürdürmek Anadolu insanın temel karakteridir. Anadolu erimeyi engelledi, İslam’ın ortadan kalkmasının önüne geçti. İslam dünyasının kale kapısı olarak Anadolu, öne kendini atan insanların vatanıdır. Bireysel varlığını İslam için toprakta eritebilen insan varlığımız hakikatin bir elde toplanabileceğinin de kanıtıdır.

İnsanoğlu konuşmaya, kelimelerle bir dünya kurmaya, oraya başkalarını çağırmaya, onları ikna etmeye başladıktan sonra dil evrenine girdikçe hakikat aleminden simgesel düzene geçmeye başlar. Çocuk simgesel düzene dahil olduktan sonra tasarım kurarken aynı zamanda kötüyle tanışmaya kendini kötüden tefrik etme ya da kötüye atma kaygısı yaşamaya başlar.

İnşa hakikatten değil başkalarının simgesel fantezilerinden soyutlandıkça gerçekleşebilendir.

Hakikat bir yoruma göre varolanlarda zuhur etmeyen bir yoruma göre gerçekliğe kavuşandır. Anadolu bu bakımdan hakikattir.

Küfrü tefrik edebilme yetisine Anadolu’da sahip olduğumuza göre artık millet olarak düşündüğümüz yerde değiliz; düşünüyoruz varlığımızı varlık aleminden alıp insan olma haysiyetine yükseltebiliriz. Bugün bu topraklardan bizleri Asya içlerine sürmeyi kafasına koyanlara cevap verebilecek potansiyele hala sahibiz; Heidegger’in yaptığı gibi “vatanına teşekkür edebilme” olgunluğunu gösterdiğimiz sürece...