Orhan Veli'den Dehşet Yolcuları'na radyo sineması
Bir başyapıt olan Dehşet Yolcuları'nı yıllar sonra tekrar seyrettiğimde, çocukluğumun radyo tiyatrosunu, Pamuk'u ve sığınağım olan mısır bahçesini yeniden hatırlatmıştı bana. Yara izlerini takip eder gibi izledim filmin her karesini. Hayat dediğimiz, yani bir filmin içindeki başka bir film.
Orhan Veli otobiyografik dizelerinde "1914'te doğdum. 1 yaşında kurbağadan korktum. 9 yaşında okumaya, 10 yaşında yazmaya merak sardım." der.
Dört oğlak bir keçi. Bahçeli evimizin kapısından içeriye giren bu beş kişilik dev kadroyu ilk gördüğümde, hayatımın değişeceğini ya da ruhumda onulmaz yaralar açılacağını hiç tahmin etmemiştim. Çocuktum sadece. Tecrübeyle sabittir ki; o yaşlarda açılan yaraların kapanması bazen bir ömür sürer. Keçi ve oğlaklardan oluşan dev kadronun bakımından sorumlu olduğum yıllar, evet hatırladıkça güzel. Evimizin yüz metre ilerisindeki "çimenlik" diye adlandırdığımız geniş arazide yeni dostlarımla günlerimi geçirdiğim ve her şeyden uzaklaşmak istediğim zamanlarda evimizin bahçesinin bir bölümünü kaplayan mısırların arkasında kendimle baş başa kaldığım o güzel zamanlar. Mısır bahçem, neşeli anlarıma ev sahipliği yaptığı gibi, aynı zamanda korkularımdan uzaklaşmak için sığınak olarak kullandığım zamansız bir mekândı. Boyumdan büyük mısırlar beni dışarıya karşı görünmez kılıyordu. Bunu seviyordum.
Bilmem dikkatinizi çekti mi hiç, rüzgârlı bir gündüzde mısır püsküllerinin savrulmasını seyretmek insana garip bir huzur verir. Akşam hava karadığında ise o püsküller korkutucu bir hâl alır. Gün farkının/ışığın önemini ve duygulara olan doğrudan etkisini ilk oralarda keşfettim. Ayrıca küçük bir radyom vardı. TRT Radyo1'de "Günle Gelen" programının bir parçası olan radyo tiyatrosu ile TGRT FM'de akşama doğru yayınlanan meşhur radyo tiyatrolarını hiç kaçırmazdım. Bir de Beşiktaş maçlarını tabii. Radyom, mısır bahçem ve radyo tiyatrosu. Mutluluk üçlemesi. Gelelim Pamuk'a, benim oğlağım. Bembeyazdı. Aklıma ilk gelen ismi, o kar gibi görünüşüne çok yakışmıştı. 4 oğlak da mahallemizin maskotu olmuşlardı. Tüm çocuklarla birlikte sokağın ortasında ve çimenlikte oğlaklarla hoplaya zıplaya oynadığımız oyunlar, çıplak ayaklı olmasak da Heidi misaliydi sanki. İsviçre değil tabii, memleket Sultanbeyli. Ama Alpler'de değilsek bile, daha mutluyduk kesinlikle.
Günlerden bir gün Pamuk'la birlikte bir kardeşini çimenliğe bağladım ve kendi hâllerine bıraktım. Ben de o sırada mısır bahçemizde Georges Arnaud uyarlaması olan Ölüm Kamyonu isimli radyo tiyatrosuna dalmıştım. Epey sürükleyiciydi. Uruguay'da Las Pietras'ta yaşayan iki kamyoncunun petrol kuyularında çıkan yangını söndürebilmek için yaklaşık 500 kilometre uzaklıktaki ilçeye nitro-gliserini taşıma macerasını anlatıyordu. Çok hassas bir madde taşıdıkları için bir tür ölüm kalım mücadelesiydi. Radyo tiyatrosu büyük bir heyecanla ilerlerken, bir çığlık duymuştum. Kardeşim "Pamuk'u parçalıyorlar" diye bağırıyordu. Elimdeki radyoyu fırlatarak kardeşimin sesinin geldiği çimenliğe doğru telaşlı bir şekilde koşmaya başladım. Kardeşim geride kalmıştı. 2 oğlağı bağladığım yere nefes nefese ulaştığımda, Pamuk'un bembeyaz tüylerinin kırmızıya boyanmış gibi kanlar içinde olduğunu gördüm. Komşular da toplanmıştı.
Pamuk'un hafif bir hırıltıyla yavaş yavaş nefes alıp-verişine bakıyorduk. Ölmek üzereydi, boynuna dokunduğumda kanı elime bulaştı, ağlamaya başladım. Beni hemen uzaklaştırdılar oradan. Pamuk, kanlar içinde, hırıltılı bir hâlde gözümün önünden geçiyordu. Pamuk artık yoktu ve katil galiba çok yakınımızdaydı. Mahallemizde 6-7 köpekten müteşekkil, çete gibi takılan bir sürü vardı o zamanlar. Çetenin elebaşının adını Aslan koymuştuk. Çetenin elemanlarıyla aramız iyiydi aslında, onlarla da oynuyorduk, zararsız hayvanlardı. İçlerine başka mahalleden gelen farklı köpekler dâhil olduktan sonra bizim çetedeki köpekler daha saldırgan tavırlar göstermeye başlamıştı. Aslan ve çetesi o gün Pamuk'u çimenlikte görünce doğrudan saldırıya geçmiş, Pamuk'un kardeşi ipini koparıp kaçtığı için canını kurtarsa da bizim kar beyaz, kanlar içinde yere serilmişti.
O çete, bu olaydan sonra bir daha mahalleye uğramadı. Korkudan mı, içgüdüsel pişmanlıktan mı bilinmez ama Aslan ve arkadaşlarını bir daha hiç görmedik. Pamuk'un ölümü beni büsbütün yıkıma uğrattı. Bir hafta evden çıkamadım. Ne mısır bahçesine ne de çimenliğe gidebiliyordum. Annem, yıkılmamam için en merhametli teselli cümleleriyle kalbimi onarıyordu. Zor olsa da kendimi toparlamayı başarmıştım. Pamuk, Aslan'ın çetesi, çimenlik, mısır bahçem, radyo tiyatrosu ve aradan geçen uzun yıllar. Çok sonraları bir film çaldı kapımı. Dehşet Yolcuları'ydı (The Wages Of Fear) adı. Film ilerledikçe, çocukluk sığınağım olan mısır bahçemde dinlediğim radyo tiyatrosu hafızamda canlanmaya başlamıştı.
FİLMİN İÇİNDEKİ ÖTEKİ FİLM
O gün dinlediğim o yarım kalan hikâyeyi bugün seyrediyordum. Filmde Mario (Yves Montand) ve Jo'nun (Charles Vanel) nitro-gliserini taşıma hikâyesine ortak oluyorduk. Mario ve Jo 2000 dolar karşılığında kamyonu istenen bölgeye ulaştıracaktır. Mario'nun hayali parayı alıp Avrupa'da sevgilisi Linda'yla yepyeni bir hayat kurmaktır. Jo ise yeniden Fransa'ya dönebilmek için bu zorlu yolculuğu atlatmak zorundadır. Film, açılışını Las Pietras'ta yapar. Kasabaya bir dondurmacı gelir ve biz o dondurmacıyla birlikte bölgenin sosyolojik yapısını gözlemleriz. Mekân, karakterlerimiz için demir parmaklıkları olmayan bir hapishane gibidir. Yoksulluk, açlık ve salgın hastalıklarla örülmüş açık bir hapishane. 500 kilometre ötedeki bir petrol kuyusunun patlaması, yaşadıkları yerden kurtulmak isteyen karakterler için bulunmaz bir nimettir.
Ama kurtulma ihtimalleri yüzde ellidir. Her şeyi göze alarak yola koyulurlar. Direksiyonda gaz pedalına fazla yüklenen Jo'ya, Mario şöyle seslenir; "altımızdaki yarış arabası değil, ölüm yüklü bir kamyon." Yolculuk boyunca hedefe ulaşmak isteyen yola çıkmış her iki kamyon da çeşitli zorluklar atlatır, ölümün kıyısında gezerler. Film boyunca karakterlerin yaşadığı dönüşümlerin içerdiği birçok duygu ve meseleyi virajlarda savrularak tanırız. Dostluk, fedakârlık, hüzün, korku ve vicdan gibi sorgulamalarla, hikâyenin yolundan çıkmadan, başka bir boyuta taşınır film. Sürprizi kalsın. Burada keselim o hâlde. Georges Clousot'un yönetmenliğini yaptığı Dehşet Yolcuları, Berlin Film Festivali'nden Altın Ayı ve Cannes Film Festivali'nden Altın Palmiye ödüllerini alarak, bu alanda bir ilki başarmıştı. Bu filmden sonra bu ikili başarıyı gösteren bir yapım daha oldu mu bilmiyorum. Filmin ilginç bir ayrıntısı da Pepito Harnandez rolünde başarılı bir şekilde izlediğimiz Türkiyeli Musevi müzisyen Dario Moreno.
Yazının başındaki dizelerin sahibi olan Orhan Veli'yle Ankara'da oda arkadaşlığı yapmışlığı bile var. Moreno'nun hayatı ve vefatı başka bir yazı için konu olabilir. Film gibi bir hayat ve son. Bir başyapıt olan Dehşet Yolcuları'nı yıllar sonra tekrar seyrettiğimde, çocukluğumun radyo tiyatrosunu, Pamuk'u ve sığınağım olan mısır bahçesini yeniden hatırlatmıştı bana. Yara izlerini takip eder gibi izledim filmin her karesini. Hayat dediğimiz, yani bir filmin içindeki başka bir film. Mario'nun da dediği gibi "Hiçbir şey yaşamak kadar önemli değildir." Bu arada 1 yaşında kurbağa görseydim ben de korkardım muhtemelen, 4 yaşında traktörlerden korktuğum gibi... 9 yaşında gökyüzüne, 10 yaşında uzaklara merak sardım.