Ölümsüzlüğe dair tuhaf arayışlar
Maddeci ve pozitivist bir dünyada, mumyaların sargılarınıaçmak; bir masanın etrafında el ele tutuşarak oturup ölmüşbirinin ruhunun gelip masaya üç kere vurmasını beklemek gibituhaf arayışların peşinde savruluyordu insanlar. Ve ölümünardında başka bir âlem olup olmadığına dair iflah olmaz birmerakla yanıp tutuşarak çaresizce gerçeği arıyorlardı.
Ocak 1874, Londra, Queen Ann Sokağı’ndaki bir evdeyiz. Konuklar bir yandan yemek yerken bir yandan da hararetli bir muhabbete dalmışlar. Konu, son dönemde insanlarda saplantı haline gelen ve hızla yayılan spiritüalizm akımı.
Masanın bir ucunda dönemin sıra dışı yazarı, gündelik hayatta erkek kıyafetleriyle dolaşmasıyla nam salmış bir kadın, – Victoria dönemi için oldukça sansasyonel bir tavırdı bu- T. S. Eliot var. Onun karşısında ise evrim teorisini yeni yeni inşa etmeye başlamış Charles Darwin oturuyor. Yemekten sonra kahvelerini içmek için oturma odasına geçiyorlar. Ama bu gece bu odada sadece kahve içip sohbet etmeyecekler.
O dönemde, ruh çağırma seansları büyük bir popülarite kazanmıştı. Spiritüalizm yükselişteydi. Vahye dayalı dinler toplumlar üzerindeki etkisini giderek yitiriyor, materyalizm vahye dayalı dinlerden arınmış yeni bir toplumun hayaliyle kolları sıvamış harıl harıl çalışıyordu.
Bir gurup meraklı seçkinin, ürpertiyle temkinli bir şekilde masanın üstündeki mumyaya eğilmiş usul usul ölü bedeni saran keten şeritlerini çözerlerken, aslında çözmeye uğraştıkları ölümün sırrıydı.
Neyse, John Gray’in ‘’Ölümsüzleştirme Kurulu’’ kitabından öğrendiğimize göre, hep birlikte Darwin’in oturma odasına geçiyorlar. Biri kalın kadife perdeleri sıkı sıkı kapatıyor hemen. Az sonra ruh çağırma seansı başlayacak.
Yine 1800’lerde hiyerogliflerin çözülmesine olanak sağlayan Reşit Taşı’nın keşfi ile Antik Mısır’a olan ilgi çılgınlık safhasına ulaşmıştı. Eski Mısır demek piramitler ve mumyalar demekti. Mumyaların sargılarını açıp bedenleri inceleme merakı salgın gibi sarmıştı ortalığı. Mısır piramitlerinin ve Antik Mısır kalıntılarının batı tarafından keşfi ile başlayan bu tuhaf furya seçkin çevrelerin yeni salon eğlencesiydi. Bir gurup meraklı seçkinin, ürpertiyle temkinli bir şekilde masanın üstündeki mumyaya eğilmiş usul usul ölü bedeni saran keten şeritlerini çözerlerken, aslında çözmeye uğraştıkları ölümün sırrıydı.
Tüm bunlar, tarihte tuhaf kılıklarla karşımıza çıkan varoluşumuza anlam katmaya yönelik, kimi zaman ürpertici bir arayışın parçasıydı.
1950’li yıllardı, yeni Türkiye’de insanların cenazelerini kaldırmaya imam, ölülerini yıkatmaya gassal bulamadığı dönemlerdi. Dr. Bedri Ruhselman, ölülerle iletişim kurduğunu iddia ediyor ve çıkardığı Neo-Spiritüalizm içerikli dergide bu konuyla ilgili makaleler yayınlıyordu.
Garip bir şekilde vahye dayalı dinlere karşı nerede bir hareket başlasa bahçede biten ayrık otu gibi spiritüalizm maddecilerin burnunun dibinde filizleniveriyordu…
İngiliz elit tabakasından Sherlock Holmes’ ün yazarı Sir Arthur Conan Doyle, Sherlock Holmes gibi pozitivst bir karakteri edebiyata kazandırmış olmasına rağmen, pozitivizmin ruhunu doyurmadığını anlamış olacak ki, hayatı boyunca tek bir deneyimin peşinden deliler gibi koştu. Bir ruhla, öte dünyaya göçmüş bir insanla, metafizik bir deneyim yaşamak, bir ölüyle iletişim kurmaktı en büyük hayali. Holmes, iflah olmaz bir maddeci ve ateistti oysa. Sir Doyle ise bir roman karakteri değil, kanlı canlı bir insandı ve her insan gibi ölümsüzlükle yanıp tutuşuyor, ölüm sonrasını merak ediyor, ölüm ve sonrasını anlamadan kaç roman yazarsan yaz bir işe yaramadığını, insanın rahat yüzü göremediğini biliyordu. Muhterem Yazar, metafizik deneyimlerini bir kitapta bile topladı.
- Maddeci ve pozitivist bir dünyada, mumyaların sargılarını açmak; bir masanın etrafında el ele tutuşarak oturup ölmüş birinin ruhunun gelip masaya üç kere vurmasını beklemek gibi tuhaf arayışların peşinde savruluyordu insanlar.
Ve ölümün ardında başka bir âlem olup olmadığına dair iflah olmaz bir merakla yanıp tutuşarak çaresizce gerçeği arıyorlardı.
Ölümsüzlük isteği insanlığın en büyük arzularından biridir. Ve her adımımız ölümsüzlüğe duyduğumuz özlemin izlerini taşır. Ölümlülük bilinci içimizde tüyler ürperten soğuk rüzgârların estiği doldurulması gereken bir boşluk bırakmıştır her daim. Materyalizm bu boşluğu, ölümün alt edilebileceği inancıyla insanlığı oyalayarak doldurmaya çalıştı. Öbür dünyaya dair kanıt arayışının yerini bizim yüzyılımızda, teknolojik diriltme ve ölümsüzlük arayışı aldı.
Materyalizme göre ölüler bilimin gücü ile dirilecek ya da ölüm alt edilecekti.
Avrupa’da spiritüalizm yükselişteyken, Bolşevik Rusyası’nda da tuhaf bir dönem başlıyordu. Bolşeviklere göre bir devrimin gerçek bir devrim olabilmesi için bir şart daha vardı: Ölümü de bir ihtilalle devirmek. Ölümün yaşam üzerindeki iktidarı yıkılmadığı sürece vahye dayalı dinlerin tanrısından kurtulamayacağını anlayan Bolşevik yöneticiler, nihayetinde çareyi şöyle parlak bir fikirde buldular: Bilimin gücüyle ölümü ortadan kaldırarak insanı tanrılaştıracaklardı. Ama maalesef kurulmuş onca büyük hayale ve insanlar üzerinde yapılmış onca deneye rağmen ancak Lenin’in bedenini yeniden ve yeniden mumyalayarak cesedini bir derece bozulmadan tutmayı başarabildiler. Hatta Lenin’in bu derme çatma ölümsüzlüğünü sağlayabilmek için bir kurul bile oluşturulmuştu: Ölümsüzleştirme Kurulu.
Bolşevikler’in çılgın ve hatta sapkın bilimsel deneylerle ölümü öldürmeye çalışıp da ancak Lenin’i mumyalamayı becerebilmesinin üstünden bir yüzyıl geçmişti ki bu sefer de kapitalizm sazı eline aldı, o da Bolşeviklerin vaat ettiği şeyi, satılabilir bir meta haline getirdi ve pazarlamaya başladı.
Teknolojik diriltme projeleri, ölümsüzlük ve öteki dünya inancının, bilim ve kapitalizmle yaptığı uzlaşmanın ürünüdür. Ölümsüzlük, insanın her hareketinde, her sözünde kendini hissettiren bir ihtiyaç bir pazara dönüştürüldü. Mars’a yolculuk ve bilinç yükleme projelerinin, insan donduran şirketlerin size vaat ettiği şey, sonsuz bir hayat.
Stanley Kubrick’in 1968 yılı yapımı ‘’Uzay Yolu 2000’’ adlı bilimkurgu filmi, bugünden tam 16 yıl önceki bizlere yani 2000 yılında ulaşacağımız teknolojiyi anlatıyordu. Hakikaten yeni bir yüzyılın bitmesinden öte yeni bir binyılın kapılarını aralayacağı 2000’lere dair birçok görüş vardı. Hemen hemen hepsi de şimdi yaşadığımız dünyadan çok farklı bir dünyaya uyanacağımız görüşünde birleşiyordu.
Uzay Yolu 2000’i, 2016 yılı biterken seyretmek çok garip bir duygu. Görünen o ki uzayda seyahat ve gezegenler arası yolculuk hayalleri fiyaskoyla sonuçlandı ve insanlık işe hala otobüsle gidip geliyor.
Uzaya gitme hayalleri uzun bir süre insan elinin erişemeyeceği kadar yüksek bir rafa kaldırılınca onun yerini insanı ölümsüzleştirmeye yönelik çalışmalar aldı. Hollywood artık makine bedenler, yarı insan yarı makine androitler ve ‘bilinç aktarımı ile ölümsüzleştirme’ ile ilgileniyor. 2014 yapımı Lucy adlı film bu yeni nesil hayallerin ve Bolşevik yazar Gorki’nin, ‘’evrimle insanların saf düşünceye dönüşeceği’’ kehanetinin senaryolaştırılmış hali.
- Şu sıralar çekilen hemen hemen her fütürist film, insanı tanrılaştırma çalışmalarının bir demosu olma özelliği taşıyor.
Örneğin, yönetmen Jonathan Mostow’un ‘’Surrogates (Suretler)’’ adlı filmde, doğal yaşam biçimlerine özgü zayıflıkları taşımayan ve insan bedeninden çok daha yetenekli; nano teknoloji ile düzenlenmiş robot bedenlerde yaşayan insanlardan oluşan bir toplumdan bahsediyor. Zekice bir teselli: ‘’O kadar korkmayın canım,’’ diyorlar bizlere, ‘’Vahye dayalı dinlere kimsenin ihtiyacı yok. Onlara inanmanın lüzumu yok. Bilim dünyası var gücüyle çalışıyor. Bugün olmazsa yarın, bir şekilde sizi ölümün, yok olmanın tehlikesinden koruyacak bir teknoloji bulmak üzereyiz.’’ Mesela başka bir kurnazca teselliyi Neil Blomkamp’ın yönetmenliğini yaptığı ‘’Chappie’’ adlı filmde görüyoruz. Filmin en kısaca konusu, bilinç yükleme yoluyla ölümsüzlük.
Velhasıl-ı kelam şu kısa yolculukta görüyoruz ki; kimse vazgeçemiyor. İster ateist ol. İster nihilist. İster Hristiyan. İstersen koyu bir materyalist. İlla da ölümsüzlük, illa da ölümsüzlük.