O forma pahalıdır...
O gece kendi sınavımı ertesi gün de penaltı yarışmasını kaybettim. Ben ki raket gibi sol ayağım vardır; arka arkaya üç penaltı kaçırdım o gün. Polyester forma bedenimi, yeni kramponlar ayağımı Engin’in bakışları yüreğimi vurdu; kaybettim…
-Mubarek Remezandur, Arefe güni ne maçi ha şimdi?
-Anne yürüyerek gitmeyeceğiz yahu, araba ile gidip maç seyredeceğiz; iftar yapıp gece döneceğiz.
- Nemazlari aksatma!
-Tamam anne.
- Mezarluğa uğra haman şimdi!
-Peki anne.
Arkadaşlar gelmeden, evin çok yakınında bulunan mezarlık ziyaretini aradan çıkarmak için acele ile hazırlanıp annemden birkaç dakika sonra çıktım. Zaten maça giderken ne giyilir ki takımın formasından başka. Vardığımda annem kardeşimin mezarının başında, ezbere bildiği halde, hata yapmamak için gözlüklerini takıp Mushaftan okuyordu Yasin’i… ”Vemtazül yevme eyyühel mücrimun…” (Ey günahkârlar! Bugün siz bir tarafa ayrılın.)
Geldiğimi fark edince sustu. Gözlerini bile kaldırmadan kafasıyla işaret edip; “Şuraya gel, görsun seni” dedi. Öyle inanarak ve öyle kendinden emin söyledi ki
Anne her yerden görebilir
diyemedim. İşaret ettiği yere çöktüm; kardeşim beni rahat görsün diye. Annem Yasin’den sonra Felak, Nas ve “Elhem” i okudu. Uzun uzun dua etti;
Kabirleri unutulmuş, nesilleri kesilmiş din kardeşlerimizi
bile hatırlayan uzun bir dua…
Annemin dualarına dilim âmin derken kafam başka şeylerdeydi:
Kardeşim beni görüyor ve üzerimde forma var. Yüzüm kızardı, mezara bakamadım bile…
Kaçar adımlarla ayrıldım mezarlıktan. Eve koştum, üstümdeki formayı çıkardım siyah bir tişört giydim. Arkadaşlar geldiklerini korna sesi ile haber verdiler. Aşağı indim. Şaşkın şaşkın bana baktılar, “gelmiyor musun?” “Geliyorum” “E forma giymemişsin korktun mu yoksa? Korkma yahu o şehrin yarısı bizdendir…” “Ağladın mı oğlum sen?” “Beyler susun da gidelim hadi” deyip cevapsız bıraktım tüm “soruyorumları”.
Aslında anlatmam lazımdı belki de:
Yıllar evvel, daha çocukken, babamın beni bir penaltı yarışmasına yazdırdığını, yarışmadan üç gün önce forma şort ve krampon aldığını ama parası çıkışmadığı için sadece bana alabildiğini, o zamanların tek bir öğretmen maaşı ile geçinmenin zor zamanlar olduğunu anlatmam lazımdı onlara.
Benden iki yaş küçük kardeşimin günlerce beni penaltı yarışmasına hazırlarken yaşadığı heyecanı, benden daha istekli halini anlatmam lazımdı. Sonra o akşam, yani babam bir çift krampon, bir forma ve bir şortla gelince, annem kardeşimi işaret ettiğinde “çok pahalı ona da seneye” dediğinde kardeşimin yüzünü… Bütün gece ağlamasını, o ağlarken benim formaya daha sıkı sarılmamı, yani kaybetmemi, imtihanı, yenilmemi anlatmam lazımdı.
Neredeyse sabaha kadar kardeşim ağlarken olur da yanlışlıkla formayı kaptırırım diye kalkıp teselli etmeye bile çalışmadığımı anlatmam lazımdı. Yapamadım, yenildim, kaybettim… O gece kendi sınavımı ertesi gün de penaltı yarışmasını kaybettim. Ben ki raket gibi sol ayağım vardır; arka arkaya üç penaltı kaçırdım o gün. Polyester forma bedenimi, yeni kramponlar ayağımı Engin’in bakışları yüreğimi vurdu; kaybettim…
Yıllar sonra ikimizde üniversite çağına gelince aht etmiştim, okulu bitirip ilk maaşımı alınca ona bir forma alacaktım; olmadı… "Kardeşin Giresun’da boğuldu" dediler ben üniversite son, o ise 2. sınıftayken… Top oyunun en sağlam en gerçekçi klişesidir; “futbol fena halde hayata benzer”. Topa vurmak için geç kalırsan, hamle yapmak için geç kalırsan kaybedersin. Kaybettim bir kez daha ve bu kez maçın ikinci devresi de yoktu gayrı…
Gittiğimiz deplasman vardı ya hani, takım kazandı ve ben o günden sonra hiç forma giymedim gittiğim maçlarda.