Neşet Ertaş ya da ‘ İnsan Ölür Ama Ruhu Ölmez’
Neşet Ertaş’ı kişilikli kılan kendilik ilkesiydi ve Türkiye bir türlü yerini bulamayışı fakat durmadan arayışıyla yorgun bir ülke olmuştu hep.
Saraç, kasabanın önde gelenlerinden. Büyükçe bağları, bahçeleri var. Asıl ismi Hüseyin fakat herkes ona ‘Saraç’ diyor. Hatta babasından ayırmak için ‘Küçük Saraç’. Yaz başı, o Bursa’ya meyve bahçeleri almaya gidiyor. Daha çağla çağındaki bahçeyi meyveye durmadan belli bir miktara satın alıyor. Dolu vurup dökmez, don gelip yakmazsa o yıl zarar etmeyecek. Bir sezonda kazandığı parayla da bir yıl idare edecek. Hayli tecrübe kazanmış bu işte. Bursa’da, Kestel’de kimden bahçe alınır? İşçi nasıl çalıştırılır? Toplanan meyveler heder olmadan hale nasıl gönderilir biliyor. Kasabadan eli iş tutan gençleri de yanında götürüyor bazen. Bu haliyle de işveren o. Geri döndüklerinde bir yığın hikayeyi de getiriyorlar. Kahvehanelerde güle eğlene anlatıp duruyorlar. Kim uyuyakalmıştı? Kimin aklı Bursa’daki umumhanede kalmıştı? Fakat, saraç onlara hiç katılmıyor. Takım elbisesi, kravatı, yumurta topuklu ayakkabısı ve parmağındaki Atatürk figürlü yüzüğüyle hemen ayrılıyor. At besliyor ve onunla zaman zaman gezintiye çıkıyor. Bıyıkları Ayhan Işık tarzında. Yüz çizgilerinde Samuel Beckett’ı çağrıştıran vadiler var.
Bir yaz, süt kahverengisi Skoda bir kamyonetle dönmüştü Saraç. 16 plakalı. Işıl ışıl bir araba. At sahibi olmak tamam da araba sahibi olmak ayrıca zenginlik göstergesi. Bir akşam vakti yardım olsun diye tanıdığımız birinin bahçesinden elma taşımaya götürüyor bizi. Ben de yardım edeceğim akrabamıza. Bunun karşılığında bir çift iskarpin vadediliyor bana. Bileğinde cezaevi işi oldukça ince ve has dokunmuş boncuklu, örme bir tesbih var Saraç’ın. Kasabayı çıkınca karanlığı yumuşak fakat ok benzeri bir ışıkla yarıyor Skoda’nın farları. Torpido maviden kırmızıya, sarıdan ışık beyazına renklerle çevrilmiş. Ve saraç nihai hamlesini yapıyor. Arabanın teybine kaset yerleştiriyor. Müzik mıknatıs olup zamanı toplayıveriyor. Bir yanık ve dokunaklı ses bütün kainatı uyandırıyor. Gece yorganını silkeliyor.
O an, ergenliğe adım attığım bir eşikte, gece, dışarıdaki toza bulanmış toprak kokusu, yıldızlar, evren, insanlar alev alıp yanıyor bende. ‘Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen’ diye ünlüyor kainat. Herkes susuyor. Neşet Ertaş’ın sesi, Saraç dahil herkesi içine alıyor. Emziriyor. Yüzünü sıvazlıyor. Yol hiç bitmesin, gece ebediyen var olsun ve gönlümden boğazıma doğru batan ilkel ve bitimsiz duygu tükenmesin istiyorum. Saz, ses, tavır birbirine ritmik, yalın fakat bir o kadar da sarmalayıcı şekilde karışıyor. Beş on sandık yaralı elmayı taşımaya değil de sanki uzun süredir kayıp bir babayı almaya gidiyoruz sanıyorum. Ses kayıp bir baba duygusu hüviyeti kazanıyor. Böylece kopmuş ipler tekrar birbirine bağlanacak, yarım kalanlar tamamlanacak insan yeryüzünden hüner sahibi bir varlık olarak huzurla göçebilecek. ‘İnsan ölür ama ruhu ölmez’ diyor Neşet Ertaş kasette. Patika yolda kavak ağaçları, söğütler, cılız çeşmeler, sağa sola gizlenmiş gece kuşları kulak veriyor sese. Ve ben ilk kez türküde yaralı bir hayvan barındığını duyuyorum dipten. Bunu tam ayrıştıramasam da sağdan soldan kulağımıza saldıran arabeskten, eğlence müziğinden ve aranjmandan farklı olduğunu hissediyorum. Bir adam tek bir saz ve sesle adeta Anadolu’yu kucaklıyor. Onca kıraçlığı yeşertiyor. İnsanı yerden yere vurmadan çıkarabileceği en yükseğe taşımaya çalışıyor. Üstelik arkasından ‘Yalan dünya, yalan dünya’ diye seslenerek yapıyor bunu.
Anadolu’da eylem öncedir ve insanlar yedikleri ekmek hakkında düşünmeyi pek bilmezler. Ekmekten buğdaya, buğdaydan insanın macerasına geçemezler. Bunun için Neşet Ertaş benzeri ‘abdal’lara ihtiyaç vardır ve onlar da yeteneğin yüksek katında masumiyetlerinin halesini korumakla ömür geçirirler. O düğünden bu düğüne, şu dernekten bu buluşmaya geçip giden ve hayatını bu yolla kazanan yüzlerce insan vardır İç Anadolu platosunda. Onlar, Orta Asya’dan beri ayaklarının tozuyla konuşurlar. Esmerliğin Şamanist yanıklığı buradan gelir. Yoksulluk güneş olup yakar onları. Dillerine inen birikim okumakla değil sözlü kültürün salınımlarıyla oluşur. Çokça tekrara ve pek az fakat silinemeyecek yaratıcılıklara sahne olurlar. Tasavvuftaki el almak, seyri süluk yaşamak kendiliğinden gerçekleşir. Baba Muharrem Ertaş sadece bir usta değil, kendisi de hocası Yusuf Usta’dan süzülüp gelen adeta bir ön bilicidir. Neşet Ertaş, babası Muharrem Ertaş’tan aldığı eli, zamanının da etkisiyle daha sofistike olana kaydırır. Nitekim ilkin tek parti iktidarının yıkılması, Demokrat Parti dönemi, Amerika’nın devreye girişi ve köyden kente doğru kayışta ferdin yaşadığı ontolojik sarsıntı ve arayış en çok onda karşılık bulur. Neşet Ertaş akarken kendisine tutunmak isteyen çaresizlerin de sesine dönüşür. 1957’de ilk plağını çıkardığında İstanbul henüz göçün yıkımlarına uğramamıştır. Fakat, bir deniz kenti olan İstanbul’a yanaşamaz hayat gemisi. Toprağa, Ankara’ya döner. 1965-75 arasındaki on yılın en keskin sosyolojik damarı onda akar. 1980’lere kadar, kırdan kente göçenler, kafalarını bir duvara vururcasına onun sazında toplanırlar. Şahsi hayatındaki kurulma ve yıkılma hikayeleri aşkla onun topuğuna batar. Toplum hızla çözülmeye evrilirken o kendini çalıp söyleyerek kurban seçmiş gözükür. Gariplik onun mahlasıyla birlikte neredeyse ortak ruh olur.
O gece, taşrada, kulağımdan ruhuma dolan ahengi ve sesin bir gergef işler gibi içime dolmasını hiç unutmadım. Bu garip ve yalnız seste kendimden çok şeyler buldum. Sanat denilen mucize zaten tam da bu yalnızlıkta açığa çıkmaz mı? Türkçeyi kuran seslerden biri sayılan ‘nazal n’yi onun kadar yerli yerinde kullanana da rastlamadım. Nazal n onda bir gramer birimi değil sesin parmak izi vasfı kazanıyordu. Yıllar sonra Almanya’dan ülkesine dönünce üstelik bu kez vaktiyle tutunamadığı İstanbul’da hayli değişmiş yeni neslin önüne kült bir sanatçı olarak çıkınca, kendisi de şaşkındır. Konser öncesi karşılaştığım bir sahne beni bambaşka yerlere savurmuştur. Tarihin ceketini ters yüz ettiğini düşünürüm onun. Neşet Ertaş bir an, sevgilisine tekrar kavuşmuşçasına nazikçe sazını eline aldı, birkaç el vurdu, sonra durdu, ve ‘saygısızlık olmazsa ceketimi çıkarabilir miyim?’ diye sordu kendisini dinlemeye gelenlere. Ceket, o an kendi dışında, onu belirlemeyen fakat bir şekilde tanımlayan her şeye karşı geliyordu belli ki. O bundan bunalmış, bu merasimden yorulmuş, bir tay benzeri kendi kırında koşmak istemişti. Neşet Ertaş’ı kişilikli kılan işte bu kendilik ilkesiydi ve Türkiye bir türlü yerini bulamayışı fakat durmadan arayışıyla yorgun bir ülke olmuştu hep. Halk kitleleri çoktan şehirliydi, ‘Mapushanelere güneş doğmuyor’ türküsünün çaresizliğinden çıkıp bambaşka bir aleme geçmişlerdi. Tek doğanlar, tek olanlar ve tekliğinin şuurunu taşıyanlar ceketin sembolik çokluğunda örtülmek istemiyorlardı. Neşet Ertaş’ın hep başında tuttuğu kasket taşralılığı değil abdallık tacını temsil ederken sesindeki mahcubiyet, ‘aydost’ nidasının kırık bir kemanıydı. Mümkün olsaydı, saracın arabasına geri dönseydim, o tertemiz gecenin içinde sonsuza dek uyusaydım diye düşünürüm bazen.