Neşet Ertaş, aynı zamanda İstiklal Marşı'nı yazdı!
İsmail: Abi, Türk Edebiyatı’nda mahfil kaldı mı? Şimdi Turgay Anar’ın kitabı Yeni Türk Edebiyatı’nda edebiyat mahfilleri. 1970‘lere kadar gelir mesele di mi? O kadar mı? Oraya kadar mı var? Türk Edebiyatı’nda mahfil kaldı mı abi?
Aykut: Türk Edebiyatı’nın en yeni mahfili whatsapp grupları abi.
Arda: Süper.
Aykut: Mahfil kalmadı, yeni mahfil whatsapp grupları
İsmail: Teknolojiye mi yenildi mahfiller yoksa başka bir şey mi?
Aykut: Mahfiller değil de biz yenildik abi. Ben en son ne zaman bir yerde oturup uzun uzun, saatlerce bir grupla sohbet ettiğimi -şahsi bir şey olabilir ama- hatırlamıyorum.
Furkan: Herkes için aynı…
Aykut: Ama bunun gerekliliğinin farkında olduğum için bir yandan -adeta bir can çekişmesi gibi, çünkü whatsapp grupları bir mahfil olma açısından bence yeterli değil- Post sohbetleri başlatacağım. Mart ayından itibaren her ay düzenli oturacağız, sohbet edeceğiz arkadaşlarla.
İsmail: Nerede oturacaksınız Aykut?
Aykut: Galiba Abbara Kafe… Daha onların bundan haberi yok ama…
İsmail: Yani şöyle, bir mahfil oluşturma çabası içine gireceksin. Doğru mu anlıyorum?
Aykut: Mahfil bunun tam karşılığı değil ama… Hani, mahfil daha böyle… Sanki çetenin meşru hâli, mahfil.
Furkan: Turgay Anar’ın yazdığı şu aslında abi, tamam mahfil öyle de anlaşılıyor ama burada bahsedilen biraz daha Marmara Kıraathanesi gibi…
Arda: Küllük Kahvesi gibi…
Furkan: Evet, Marmara Kıraathanesi 68’de o kıraathanenin müdavimlerinden birisi belediye başkanı olunca yıktırılıyor. Malum kendisi yıktırıyor ve ‘Marmaratör’ dedikleri şey bitiyor. O tip bir mahfil 70‘lerde bitti zaten. Yani son yıllarda kaybettiğimiz bir şey değil. 90‘larda bir iki mekândan bahsederler…
Aykut: Ankara’da 2000‘lerde…
Furkan: Gökkuşağı Çay Ocağı…
Aykut: Evet, Gökkuşağı Çay Ocağı vardı; Sakarya Çay Ocağı vardı öncesinde.
Furkan: Bunlar küçük ama abi. Mesela Marmara Kıraathanesinde şöyle bir düzen anlatılır. Önde kıraathanesi vardır. Sonuçta burası sadece edebiyatçıların gittiği bir yer değil. İnsanların tavla da oynadıkları bir yer. 400 kişi alırmış abi. Girişte belli masalar varmış mesela bir masa iktisat profesörlerinin. İstanbul Üniversitesi’nden kalın gözlüklü iktisat profesörleri otururmuş orada. Onların yeriymiş. Bir yer Muzaffer Ozak’ın yeriymiş abi. Orası vitrin masasıymış. Muzaffer Efendi orada anlatırmış anlatacağını. Bir masada işte Nihal Atsız, müridânına nutuk verirmiş. Arka masada Sezai Karakoç’un şiir çalıştığı söylenir. Fraksiyonlar var bu ortamda; siyasi fraksiyonlar var. Bu, sadece edebiyat değil. Bu, mahfil işte abi. Bu, son can cana yüz yüze…
Aykut: Biten ne peki abi? Sohbet kültürü mü bitti, yoksa usta-çırak kültürü mü?
Furkan: Hepsi işte. Ancak bunları dâhil ederek bir bitişten bahsedebiliriz abi.
***
Furkan: Schopenhauer’un bir sözü var abi aklıma o geldi; hükümetler bütün deniz fenerlerini yazarlara terk etsin, diyor.
Arda: İyice verem olsunlar diyedir abi.
İsmail: Deniz feneri deyince nedense aklıma Emrah’ın oynadığı film geliyor abi.
Aykut: Hahaha ben de şu an ne yazık ki hatırladım o sahneyi.
İsmail: Hatırladın di mi?
Furkan: Emrah’ın deniz fenerli filmi mi var ya?
İsmail: Deniz fenerli filmi var abi. Şöyle, İstanbul’u terk ediyor abi bir aşk acısı yüzünden; Şile’de deniz fenerinde yaşamaya başlıyor.
Furkan: Bu konsept 80‘lerin filmlerinde çok olan bir konsept de; Emrah bu konsepte biraz tuhaf kaçıyor.
İsmail: Niye Emrah’ın kimden neyi eksik?
Furkan: Yahu eksik değil de…
Arda: Hatta fazla acısı var.
Furkan: Emrah acısını sanki deniz fenerinde değil de başka bir şekilde, başka bir yerde yaşayacak birisi.
Aykut: Nasıl yani acısını kaşlarında yaşar gibi mi?
Furkan: Hahaha… Evet, abi.
Aykut: Acısını kaşlarının arasında yaşıyor!
Furkan: Mesela… Deniz feneri deyince benim aklıma sadece Hakan Balamir geliyor abi. Hani Hakan Balamir’in o repliksiz, o mimiksiz oyunculuğu vardır ya. O yüzünün bir ifadesi vardır. İşte o ifade yüzünden aklıma deniz feneri geliyor. Deniz fenerinde yaşayan bir aile vardır ve onların yanına gelen yabancıdır Hakan Balamir. Bu 80‘lerin sanat filmi formasyonu.
Aykut: Deniz feneri deyince benim aklıma tabii ki Virginia Woolf geliyor. Öyle bir kitabı olduğu için… Ama okumadım. İsmail Bey kötü kötü bakmaya başladı.
İsmail: Bana burada entelektüel düşmanı muamelesi yapmayın. İtiraf ediyorum Virginia Woolf’un Deniz Feneri kitabını okudum. 25 sene önce falan okumuş olabilirim.
Furkan: İsmail Bey’in çıldırmış bir vaşak gibi kitap okuduğu bir dönem vardı…
Aykut: Çıldırmış bir vaşak gibi.
İsmail: Evet.
Arda: Vaşak aynı zamanda bazı mitlerde kıyameti getirecek melektir de…
İsmail: Hangi dinde?
Arda: Erken dönem Hristiyanlıkta sanırım.
İsmail: Keltlikten Hristiyanlığa geçişte mi?
Arda: İsevilikte de olabilir, nerede okudum emin değilim. Bir imge olarak İsmet Özel kullanıyor.
İsmail: Evet, tabii ama orayı bize bir ara anlatsan hatta şimdi anlatsan. Keltlikten Hristiyanlığa geçişte sükûn eden bir dünya inanış var galiba.
Arda: Bunu böyle söyleyen birçok görüş var, günümüz Hristiyanlığının temelinde Pagan ritüeller var gibi gibi.
Furkan: Bu arada Kelt Şafağı ne güzel kitaptır di mi?
Arda: Di mi… Bu arada şöyle bir görüş de var yanılmıyorsam, Hristiyanlık devirmediği inanışları bünyesine katarak ilerliyor, evriliyor gibi…
İsmail: Tamam, bütün Hristiyanlığın gelişimi az çok böyle.
Arda: Yani, Pagan kültürü de bir yerden sonra Hristiyan kültürüne dönüşüyor.
Aykut: Tam tersine, nerede okuduğumu hatırlamıyorum da, Pagan kültürünün hatta bizzat Romalılar tarafından Hristiyanlığı dönüştürdüğü söylenir. Yani o dini dönüştürüp belki biraz paganlaştırıp öyle kabul ettikleri de söylenir. Hatta şeyin bunda çok rolü olduğu söylenir o havarinin adı neydi?
Furkan: Pavlus.
Aykut: Heh, Pavlus. Tahrif oradan başlıyor, ilk havarilerden.
***
Furkan: Şey hakkında ne düşünüyorsunuz. Arda sen de ilgileniyorsundur bununla. Dünyada metal müzik, gotik metal, heavy metal ya da metalin bütün türevleri çok tuhaf bir şekilde şu anda sadece İskandinavya’da yaşıyor, Finlandiya, İsveç, Norveç, Danimarka… Metal müzik bugün ölmüş bir tür. Metallica bile onu terk etti.
Aykut: Onunla ilgili ilginç, güzel bir anekdot anlatayım. Bu James Hetfield var ya Metallica’nın gitaristi, solisti ona bir albümlerinden sonra hayranları, bu müziğin metal olmadığını Metallica’nın da metali terk ettiğini söyledikleri zaman Hetfield… Bak cevabı çok güzel. Bu söylediğiniz imkânsız çünkü metal benim ben ne yaparsam o metaldir. Metali ben buldum, ben icat ettim. Ben ne yaparsam metal müzik odur, diyor.
İsmail: Çok güzel.
Arda: Yalnız James Hetfield’ın Metallica’ya ilk defa elaman ararken -ki o zaman Metallica ismi bile yok ortada-, Iron Miden çalacak adam aranıyor diye ilan verdiğini de unutmamak lazım. Bunu da not düşelim.
İsmail: Bu var ya müzik tarihinin tuhaf karşılaştırmaları… Sonsuz tuhaf karşılaştırmaları… Iron Miden mı Metallica mı? Malum ben Metallica’cıydım. Iron Miden hiçbir zaman bana hitap etmedi, hiç ama… Neyse karşılaştırmalar diyorduk Türkiye için Ceza mı Sagopa mı gibi gibi…
Aykut: Ferdi mi Orhan mı?
İsmail: Ferdi mi Orhan mı, o da muazzam bir tartışmaydı vakti zamanında.
Furkan: Şimdi böyle karşılaştırmalar yok mu acaba?
İsmail: bugün ne diyeceksin? Demet Akalın mı bilmem ne mi…
Aykut: Neşet mi, Muharrem Ertaş mı, böyle bir tartışma yok mesela veya Çekiç Ali mi Neşet mi? Halk müziğinde yok sanki böyle bir karşılaştırma meselesi, orada daha çok bir kardeşlik var gibi.
Furkan: Halk müziğinin ruhuna uygun değil herhalde o karşılaştırma meselesi abi.
Arda: Didim karşılaştırma var mı? O didi; yok yok.
İsmail: Yani Arda’nın meselesine dönecek olursak, metal müzik zaten yapısı itibariyle ve çıktığı dönem itibariyle çok mühim ve acayip bir müzikti ama her dönemsel müzik gibi sürdürülebilir bir müzik olmadı. Abi sürdürülebilir tek bir müzik vardır dünyada. O da halkların müziğidir. Halklar müziklerini sürdürür. Geriye kalan müzik müzikler dönemseldir. Şimdi klasik müzik diyoruz mesela, klasik müziğin tarihine bakıyoruz, klasik müziğin tarihi de dönemsel ilerliyor.
Arda: Rock’ın da beslendiği yer bir yerde aslında folk müzik. Ciddi şekilde bir dönem İrlanda halk müziğinden esinlenmiş. Belki de tutmasının ardındaki sebeplerden biridir.
Furkan: Peki, bir şey soracağım abi, ben eskiden yoğun ve iyi bir Rock dinleyicisiydim ama yıllardır uzağım. Bir süre popüler ve güncel müzikten de uzak kaldıktan sonra şimdi bakıyorum son döneme Rock zaten yok. Tabii ki ufak gruplar falan vardır ama yüksek seviyede Rock müzik yok.
İsmail: Ben anlamadım abi şunu mu kastediyoruz, klasik Rock Band yani sahneye dört kişi çıkan klasik Rock Band…
Furkan: O yok abi.
Arda: Ben de Türkiye’de Pentagram’dan sonra yüksek standartlarda müzik yapan Rock grubu hatırlamıyorum.
Furkan: Yok çünkü. Daha da tuhafı Rock Star dediğin adam tipi de artık yok.
Arda: Evet, bu çok ilginç. Diyelim ki şu anda biz bilmiyoruz ama birileri henüz gençlerken Iron Miden’ı Metallica’yı dinliyordu. Ölmeden önce Kurt Cobain’i dinliyordu. Ama şu an böyle takip edebileceğimiz dünyada da yeni bir isim yok. Biz de bugün hâlâ ihtiyarları dinliyoruz.
Furkan: Bugün abi hâkim müzikteki star tipi çok feminen bir tip. Ben dünyanın gittikçe feminenleştiğini ve Rock’ın erkeksiliğinden dolayı bundan zarar gördüğünü düşünüyorum abi. Rock çok erkek bir müzik, çok maskülen bir müzik.
Arda: Hakikaten ilginç ve doğru. O kadar sahneye taytla çıkıyorlar, gözlerine kalem çekiyorlar, yüzlerine pudra sürüyorlar falan ama yine de maskülen.
Furkan: Barış Manço bile taytla sahneye çıkardı, o çizmenin içerisinde saçlar uzun kollarında bileklikler parmaklarında yüzükler, elinde gitarı silah gibi tutuyor ve dağlar dağlar diye höykürüyordu. Anladın mı? Ama şimdi abi sahneye çıkanın kadın mı erkek mi olduğu konusundaki çizgi çok soluklaşmış durumda. Bütün dünya feminenleşiyor.
Aykut: Peki öyle mi? En gence soralım.
Arda: Öyle gibi abi çok doğru bir tespit bence.
Aykut: Sonuç olarak ‘nerede o eski bayramlar’a dönmesin muhabbet ama mahfiller bitti dedik, kenarından geçtik ama üstatlar çağı da bitti aslında. Daha sonra bakıyoruz Rock Starlar çağı da bitmiş. Bütün bu toplamdan bir şey çıkarabilir miyiz?
Furkan: Büyük adamların devrini kapatıyorlar abi.
Aykut: Küçük insanın çağında mıyız?
İsmail: Ama küçük insanın öyküsünü anlatmalıyız Aykut Bey. Keşke bu tonlama metne girebilse… Ama her şey küçük insanın hikâyesi Aykut Bey.
Aykut: Not, sesini hafif kısarak Aykut Bey’e tatlı tatlı bakarak söyledi.
Furkan: Küçük tatlı bir kız çocuğu sesiyle.
İsmail: Çünkü şöyle; büyük hikâye beraberinde büyük kahramanlığı getirir abi. Bugün hiç kimsenin kahramanlık isteği yok.
Arda: Destanın kafasına vurdular.
İsmail: Ömer Halisdemir diyelim. Ömer Halisdemir’den daha kuvvetli kurmaca bir karakter yazabilecek bir yazarımız kalmadı. Çünkü yazar diyelim küçük bir gecekonduda oturan ve aslında sabahları işe giderken hayal kuran simitçi hikayesini çok orijinal buluyor artık. Belki de orijinal olduğundan dolayıdır.
Aykut: O simitçiden de çok güçlü bir karakter çıkarılabilir.
İsmail: Hayır, hayır o manada söylemiyorum. Hikâyenin kendisini küçük adama yıkmaktan bahsediyorum. Hikâyenin kendisini küçük adama… Mesela Hasan Ali Toptaş’ın epik bir şey yazdığını düşünsene. Yazamaz mı, yazar. Acayip epik yazabilecek bir adam ama Hasan Ali Toptaş bize sürekli küçük adam hikâyesi anlatıyor. Niye? Çünkü dönem öyle bir dönem. Yani dönem başka türlü olsaydı Hasan Ali Toptaş bize büyük, epik hikâyeler anlatabilirdi.
Furkan: Usanmışlıklar çağı.
İsmail: Evet, usanmışlıklar çağı.
Arda: Netflix çağı.
İsmail: Hah, epik hikayeleri diziler kaptı abi.
Arda: Abi diziler kaptı da sıkıntı şu Netflix’te herhangi bir diziyi izlerken aklıma şu geliyor tamam hakikaten çok güzel diziler var ve hakikaten heyecanla izliyoruz ama destansı epik olması gereken dizi dahi modern bir kafayla yazılmış. O yüzden hakiki manada epik ve destansı değil. Bir Western izlerken bile neo-liberal manifestoyu izliyorsun.
Furkan: Bu neden biliyor musun?
Arda: Tamam, siz sevmiyorsunuz ama Clint Eastwood bakışı bile yok artık.
Furkan: Usanmışlıklar çağındayız abi. Herkes her şeyden usanmış durumda yüksek ahlaki seviyeden usanmış durumdayız. Geçen gün birisi bana biz dinimizden usandık, dedi. Dinden usanılabilen bir çağdayız. İkincisi kibir çağındayız. Saf kahraman, katıksız kahraman, mesela Tatar Ramazan, artık yok.
İsmail: Katıksız kahraman abi.
Arda: Taş kesil ulan!
Furkan: Bugün içinde defoları olan karanlık tarafları olan zayıflıkları olan, çok seviyoruz ya hani gri karakterleri seviyoruz. Kibirliyiz ve bizim ulaşamayacağımız bir kahramanı seyretmektense ulan belki biz de böyle oluruz dediğimiz bir kahramanı seyretmek bize daha cazip geliyor.
Aykut: Şey tabi abi bir de kahraman dediğimiz şey ideal tiptir. Bir örnektir. Her kahraman öyledir; mitlerden bu zamana. Anlatıcı o hikâyeyle sana bir tip önerir. İşte bunun post-modernizm ile alakası var. Bir tip önerebilmek için bir hakikate inanıyor olman lazım. Şimdi post-modern zamanlarda bir hakikat yok. Buna inanmıyor “post-modern” zamanlar. Bir merkez olmayınca bir ideal de olmuyor. Bir ideal olmayınca, bir kahraman olmuyor.
Furkan: Şunu ben geriye gitme olarak görüyorum. Ali Cenkleri’nde Hz. Ali’nin Zülfükâr‘ı çekip de on adam büyüklüğündeki ejderhanın kafasını tek hamlede koparabilmesine duyulan zevk, yani bu hikâyeyi dinlemeye duyulan zevk, bugün sürdürülebilir bir şey değil. Bu bir tür geriye gitmedir. Bugünün hikâyesinde Hz. Ali o ejderhadan korkar. O ejderhayı alt edebilmek için kırk tane plan yapar. Bu planları yaptığı insanlarla ters düşer. Bir an cayar, çelişkide kalır, belki vazgeçer.
Aykut: Bugün arızaları olmayan karakterleri tutarlı bulmuyoruz. Furkan: Hz. Ali’yi inandırıcı bulmuyoruz abi. Hz. Ali’yi inandırıcı bulmayınca yapabileceğimiz her şey ve bütün gerçeklerimiz sınırlandırılıyor.
***
İsmail: Aykut Bey Neşet Ertaş mı Muharrem Ertaş mı, neden?
Aykut: Muharrem Ertaş çünkü bir haftadır sürekli “Kaktı Göç Eyledi Avşar Elleri”ni dinliyorum hayranlıkla. En azından bu aralar Muharrem Ertaş. He, bir de babasıdır büyüğüdür.
İsmail: Arda?
Arda: Muharrem Ertaş çünkü hiçbir hava bu kadar uzun olmamıştı.
İsmail: Furkan Bey?
Furkan: Neşet Ertaş çünkü böyle bir babanın altında ezilmemiştir.
İsmail: Neşet Ertaş çünkü Recep Tayyip Erdoğan’la fukaranın sigarasını tartışabilecek tek adamdı.
Aykut: Çok iyi hakikaten o sahne, efsaneydi.
Arda: Aynı zamanda İstiklal Marşını yazdı.
İsmail: Aynı zamanda İstiklal Marşını yazdığı için Neşet Ertaş.
Arda: O zaman bir kapanış eyvallahı alabilir miyiz abi?
İsmail: Eyvallah.