Nebevî hicreti yeniden düşünmek

MUHAMMED YAZICI
Abone Ol

Aramak bir teklif varsa anlam kazanır. İçinde talep barındıran her arayış bir çağrıdır. Aramayı bir şey istemekten ve ne istediğini bilmekten ayıran en önemli tarafı da sürprizlerdir. İstemek tamamlanmış bir kararı gösterir.

Bugüne kadar sadece ilahi mevhibe ve kulu aşan hikmetlerle örülü şekilde okuya geldiğimiz nebevî hicreti bu kez farklı boyuttan ele alalım. Hadiseyi Efendimizin ve Medinelilerin ittifak arayışlarına mecbur oldukları bir vasatta, siyasi krizin timsal bir dayanışmaya tebdili açısından mütalaa ettiğimizde acaba nasıl bir tabloyla karşılaşıyoruz? Dahası buradan Müslüman toplumlar için ne gibi dersler çıkar? Gelin, süreci rivayetler eşliğinde adım adım takip edelim. Vahyin ilk günlerinde Efendimizin (s.a.v) başından geçenleri Varaka b. Nevfel'e anlattığını biliyoruz. Aralarında geçen konuşmada ilginç bir şey söz konusu oldu; Varaka kerametvâri bir edayla kavminin onu yalanlayacağını, eziyet ve işkence edeceğini, yurdundan çıkmaya zorlayacağını haber verdi. Bu son kısım Efendimizde diğerlerine nispeten farklı bir etki uyandırdı. Eziyet, işkence gibi olması muhtemel şeylerden ziyade şehirden çıkarılmak zorunda bırakılacak olması onu derinden etkilemiştir. Ki büyük bir üzüntüyle "Beni bu şehirden sürecekler mi?" diye mukabelede bulunmuştur.

Mekke'deki davet sürecinden üçüncü aşamaya yani açık davet ve açık teşkilatlanma aşamasına geçilince, İslam'a olan muhalefet de tahammülfersa bir vaziyet alır. Davete uygun bir biçimde açık düşmanlık ve organize bir yıldırma dönemi başlar. Efendimiz artık Kureyş'ten İslam'ın ulaşmadığı kimsenin kalmadığını görünce, belki biraz da Varaka'nın sözlerini göz önünde bulundurarak, daveti Mekke'nin dışına ulaştırmaya karar verir. Artık Kureyş'te ulaşılacak insan sayısı doyuma ulaşmıştır. İman edecek olanlar etmiş, inkârda direnenler ise ellerindeki bütün imkânları kullanarak yıldırmaya yönelik baskı, taciz ve tazyiki her geçen gün artırarak sürdürüyorlardı. Böyle bir ortamda artık Mekke'deki İslamlaşmanın seyrini olumlu yönde değiştirecek ciddi bir gelişme beklemek beyhudeydi. Bu gerçeklerden hareketle dışa yönelik ilk faaliyet Habeşistan'a hicretle başladı. Fakat Habeşistan hicreti, Mekke'deki bir kısım Müslümanları eziyet ve işkenceden kurtardıysa da yeni bir topluluk oluşturacak bir yurt olma ümidi vermedi.

YENI BIR BELDE ARAYIŞI

Habeşistan'a hicretten hemen sonra Efendimiz Kureyş'in en yakın rakibi, bölgenin en güçlü ve en zengin kabilesi olan Beni Sakif'e gitti. Fakat oradan da beklenen sonuç çıkmadı. Burada bir parantez açarak muhtemel bir istifhamı gündeme getirmek gerek; acaba Efendimiz bu Kureyş dışı müttefik ve yeni yurt arayışları içerisinde neden Huneyn'e yer vermedi? Hâlbuki Huneyn askeri ve iktisadi bakımdan Kureyş'ten hem daha güçlü hem de Kureyş ile sürekli bir sürtüşme ve rekabet hâlindeydi. Bu istifhamın cevabına en azından kapı aralayacak bir şey söylemek gerekirse; aslında Efendimiz o günün şartlarında Beni Sakif'e gitmesi de olağan bir durum değildir. Fakat Beni Sakif'te akrabaları vardı. Onların tavassutuyla oranın insanına bir şey anlatma fırsatı bulabilme umudu taşıyordu. Bu durumda Huneyn'e gitmemesi değil, Beni Sakif'e gitmemesi arızi bir durumdur.Yeni bir yurt arayışı bağlamında Efendimizin civar kabilelerle görüşmeleri devam ediyordu. Hac, umre veya ticari bir amaçla Mekke'ye gelmiş olan şair, entelektüel, komutan, kabile reisi vs. çevresinde tesiri olabilecek nüfuz sahibi kimseleri özellikle ziyaret eder ve onlara İslam'ı anlatırdı.

Yine bu vesileyle sonradan Medine olacak olan Yesrib'ten şehrin birbirleriyle ezeli düşman iki kabilesinden biri olan Hazrec'in reisi Süveyde b. Samit Mekke'de bulunuyordu. Bu şahıs şiiri, şerefi ve nesebiyle tüm Araplar arasında ün salmış bir şahıstı. Abdülmuttalib'in teyze oğlu olmasından dolayı Efendimizle bir akrabalığı da vardır. Efendimiz bu şahsın Mekke'ye geldiğini duyar duymaz hemen yanına gidip onu İslam'a davet edince "muhtemelen sende de bendekinin bir benzeri var" dedi. Efendimiz "Ne var sende?" deyince "bende Lokman sayfaları var" dedi. Efendimiz "Oku onları bana" buyurdu. Bunun üzerine Süveyde b. Samit Lokman sahifelerinden ona belli kısımlar okuyunca, Efendimiz "Bu sözler güzeldir. Fakat benim yanımdaki kelam ondan daha güzeldir. Onlar Allah'ın bana hidayet ve nur olarak indirdiği Kuran'dır" buyurdu ve ona Kuran okudu. Bunun üzerine Süveyde "Bunlar güzel sözlerdir" dedi. Müslüman olmadı. Fakat çok uzak da durmadı. Kavminden bir kısım insanlar ölmeden önce onun Müslüman olduğunu gördük, demişlerdir.

BUAS YA DA EZELI HUSUMET

Beni Kureyza toprakları üzerinde bulunan yerin ismidir Buas. Evs ve Hazrec arasında gerçekleşen ve 120 yıl süren savaşın en sonuncusudur. Yukarıda kısmen belirttiğimiz Süveyde b. Samit'in öldürülmesi de dâhil savaşa sebep olarak birçok hadise nakledilir. Bunlar içerisinde en güçlüsü; Evs kabilesinden birinin Hazrec'e sığınan bir misafiri öldürmesidir. Bu savaş Evs ile Hazreç arasındaki en kanlı ve sonuçları itibarıyla en önemlisiydi. Kanlıydı; çünkü iki kabilenin de en önemli şahsiyetleri ölmüştü. Fakat savaşın mutlak kaybedeni Hazrec'di. Hazrec reisi Amr b. Numan el-Beyazi de dâhil kabile ileri gelenlerinin birçoğu öldürülmüştü. Önemliydi; çünkü bu savaştan sonra Yesrib'de hicretle sonuçlanacak yeni bir dönem başlamıştı. Hazrec'in ileri gelenleri umreye gidiyormuş gibi yola çıkarak Mekke'ye geldiler. Utbe b. Rebia'ya misafir oldular. Bu ziyaret ve bir dizi görüşme neticesinde Kureyş'le işbirliği yapmayı başardılar. Fakat henüz Mekke'den ayrılmamışlardı ki hılfın yapıldığı sırada Mekke'de olmayan Ebu Cehil anlaşmayı bozdu.

Efendimiz yaklaşık 15 kişiden oluşan bu heyetin Mekke'ye geldiğini duyunca hemen onlarla görüştü ve İslam'ı tebliğ etti. Burada istidradi olarak bir şeyi ifade etmek gerek; Peygamberimizin bu kabilelerle görüşmesi salt İslam'ı tebliğ amacı taşımıyordu. Efendimiz aynı zamanda Mekkeli Müslümanların hicret edip örnek bir toplum meydana getirecekleri yeni bir yurt arayışındaydı. Bu kabilelerle görüşmelerinde İslam'ı tebliğin hemen yanında bu talebi net bir şekilde ilettiğini görüyoruz. Hazrecliler Hz. Peygamberin teklifini kabul etmediler. Mekke'den ayrılarak Beni Sakif kabilesiyle görüşmeye Taif'e gittiler. Fakat burada da umduklarını bulamayınca Medine'ye eli boş döndüler.

Yeni bir yurt arayışı bağlamında Efendimizin civar kabilelerle görüşmeleri devam ediyordu. Hac, umre veya ticari bir amaçla Mekke'ye gelmiş nüfuz sahibi kimseleri özellikle ziyaret ederdi.

HICRETTEKI HIKMET YA DA KAOSTAN DOĞAN MEDENIYET

Buas Savaşı'nın Medine'ye hicretteki rolü tartışma götürmez. Hz. Aişe "bu Allah'ın Rasullullah için hazırlamış olduğu bir gündü" buyurur. Buas Savaşı, Hazrec'i arayışa sevk etmiş ve bu arayış başka bir arayışla kesişmiştir. Hz. Mevlana'ya nispet edilen bir söz vardır; "sen suyu ararken su da seni arar." Evet, bu arayış bir iman arayışı değildi. Bir taraf stratejik ortaklık, diğer taraf bir sığınma arayışı içerisindeydi. Fakat ne olursa olsun bir arayıştı. Ne aradığını bilmek, bulmanın ön şartıdır derler. Aramak bir teklif varsa anlam kazanır. İçinde talep barındıran her arayış bir çağrıdır. Aramayı bir şey istemekten ve ne istediğini bilmekten ayıran en önemli tarafı da sürprizlerdir. İstemek tamamlanmış bir kararı gösterir. Eğer yanlış bir şeyi istiyorsanız, bütün çabanızın boşa harcanmış olması muhtemeldir. Ama aramada bir inayet talebi de var, bir teslimiyet hâli… Bu yüzden bilmek var olana, hikmet ise keşfe yöneliktir. Aramak keşfe çıkmaktır bir yönüyle. İstemek hırsı, aramak acziyeti barındırır içinde.

Ensar bir asırdan fazla süren bu problemin çözümünün dışarıda aranması gerektiğini düşünmüştü. Resmin bütününü görmek için çerçevenin dışına çıkmanız gerekir. Bütünü göremeyen problemi esastan ele alamaz, dolayısıyla problemi tamamıyla ihata edemez. Belki Mekke'ye kadar gelerek Yesrib dışı bir pakt arayışı onların zihinlerinde çözüme yönelik yeni bir pencere açtı. Bir problem onu ortaya çıkaran zihniyetin mantığıyla çözülemez. 120 yıl süren bu savaşın artık geleneksel yöntemlerle çözülmesinin imkânsız olduğunu fark etmişlerdi belki. İki taraf da arayıştaydı. İki tarafın da kapılar yüzlerine kapanıyordu. İkisi de haklıydı ama güçsüzdü. Ayrıca iki taraf da düşmanlığın bedelini ödemişti. Düşmanlığın bedelini ödemeyen insanın dostu sahte olur. Ancak düşman almayı/olmayı göze alan dostluğun kıymetini bilir.

Bu iki cemaatten tarihin hiçbir döneminde görülmeyecek bir dostluk, uhuvvet destanı ortaya çıktı. Sadece kötülüğü diliyle düzeltme konumunda olan bu iki cemaat birleştiklerinde artık kötülükle savaşacak imkânları da doğdu. "Bir damla bir damla daha iki damla etmez, büyük bir damla eder" diyor şair. Buradaki küçük damlalar birleşince zulüm düzeninin üzerine tsunami gibi çöktü. Bedir'de, Hendek'te, Tebük'te balyoz gibi zalimlerin tepelerine indi. Yeryüzünde belki ilk defa hak ile güç aynı yerde birleşti. Sadece kötülüğe ağıt yakan değil, onu değiştirmek için savaşan ve bunu ibâdet sayan bir inanç pratiği ortaya konuldu. Kurtlar vadisinde kuzu masumiyetiyle yaşanmayacağını gösterdi. Fakat kurtlaşmadan da mücadele edilebileceğini ispat etti. Evet, Hz. Peygamber ve Ensar aynı şeyleri aramıyorlardı, ama Efendimiz önce onlara ne aramaları gerektiğini öğretti ve sonra aradıkları şeyi yanlış yerde aradıklarını göstererek aslında İslam'ı aradıklarını onlara bizzat talim etti. Ve bu ittifak Medine'de doğdu. İslam bir cemaat olmaktan çıkarak medeniyet olmanın temellerini atma fırsatını işte bu ittifak sayesinde buldu.

Burada şunu da ifade etmemiz gerekir; Evs ve Hazreç arasındaki bu ezeli düşmanlık, Efendimizin Medine'ye teşrifiyle son bulmuş olsa da 120 yıl sürmüş ve karşılıklı büyük yaralar açılmış bir sosyal felaket hiç bir iz kalmayacak şekilde bir anda ortadan kalkmadı. Ama bu da kaderin bir cilvesidir. Çünkü evlerini, yurtlarını, kurulu düzenlerini terk edip Medine'ye gelmiş muhacirler için güvencedir. İlk imanın sıcaklığı ve bir anlamda çözüm barındırması itibarıyla böyle bir teklifi kabul edip ilerleyen zamanlarda bu kadar insanı yük görme gibi bir durum da olabilirdi. İnsan tabiatı itibarıyla nankördür. En ufak bir şeytani fısıltı böylesine tamir edilemez bir çatlağa sebebiyet verebilirdi. Eskiden kalma bu ihtilaf onların muhacirleri sorun olarak görmesine engel olacak şekilde bir araya gelmelerini de zorlaştırıyordu. Bu durum hem insani hem de şeytani fitne ve desiselerin tesisine engel oluyordu. Onlarca defa bu fitne ateşi fitillenmeye çalışılmasına rağmen bir türlü başarılı olunamamasının sebebi de budur. Zaten ideal topluluklar birbirlerinin aynısı olan halk kitlelerinden oluşmaz. Aksine çatışma içindeki bir toplumun daha az beka sorunu olduğu malumdur. Medeniyetler çatışmadan doğar. Birbirleriyle farklı toplulukların çatısı yepyeni bir medeniyetin zemini olmuştur her zaman. Çatı ancak çatışmanın olduğu yerde kurulur.

Efendimiz birbirlerinden farklı grupları bir arada tutarak onlardaki çatışmayı faydaya çevirebiliyordu. Çok kısa zamanda İslam'ın dünyanın her yerine ulaşmasının sırrı da burada yatar. Sonuç olarak, olağanüstü şartlar olağanüstü lideri ortaya çıkarır. Tarihteki kahramanların birçoğu bir savaş sonrası ortaya çıkmıştır. Yıldız ancak karanlıkta ortaya çıkar. Lidere ancak kaosta ihtiyaç duyulur. Her imkân bir imtihan, her imtihan bir imkândır. Buas gibi olağanüstü durum Yesrib'i olağanüstü bir çözüm arayışına itti. Her şeyi kapsayan bir hayal kırıklığı olmadan, her şeyi kapsayan bir düşünce değişimi gelişmez. Her şeyi yakıp yıkan Buas Savaşı sonrası artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı bir dönem başlamış oldu.