Nazlı
Nasıl olsa ölünecek düşüncesinden, her şeye rağmen yaşıyor olmanın bazen içe, bazen de dışa doğru genişleyen düşüncesine tutundum. Bir şeyleri hissedebileyim diye öfkelendim sanki ve sevebileyim her şeyi diye duruldum. Yorgun ve sessiz bir bakış kazandırmayı denedim kendime.
Hikâyenin anlattığı ben değildim. Geceye yolculuk başka bir bene yolculuktu. Önceden ben değildim anlatılan. Ben olmak istedim. Ben hem anlatan hem anlatılan olmak istedim ve evet bunu yaptım. Geceyle aramda korkunç bir uyum var oldu. Sevgimle aramda aynı korkunç uyum. Belayla aramda aynı uyum. Yalnızlıkla aramda derin ve hüzünlü bir uyum böylece. Yaşarken de “bunları kendime sonra anlatacağım ben” dedim. Bir kere bu bilinç ipleri eline aldı mı geri dönüş yollarını kendi içimde ve aramızda yok etmek için elimden geleni yaptım.
Ben yalanlarımı sığdırabileceğim boşlukları daima buldum hayatımda. Bu yalanlar için ikimizin arasına da aynı boşlukları koydum.
O çaresiz bakışları her hatıraya taşıdım ve anlatan ve anlatılan olarak kara bir kaderle yüzleşme cesaretini kendimde buldum. İçinde bulunduğum andan bu günlere bakma gücünü bulduğumda, kelimeler gövdemi dokuyan en sert ipler oldular. Bunları an be an yaşadım ve onu da kullandım diyebilirim. Ben yalanlarımı sığdırabileceğim boşlukları daima buldum hayatımda. Bu yalanlar için ikimizin arasına da aynı boşlukları koydum. Ve o farkından olmadan tüm yalanların yüksek sesle ifade edilmesine imkân tanıdı.
Şeytana nasıl yenildiysem ona da yalanlara da kötü yüzüme de aynı şiddetle yenildim ve feci şekilde can verdim. Ters sevgilerin yer altında büyüyen sular gibi üstüme dökülüşünü sanırım birlikte seyrettik. Yalanlarımın nefes aralıklarına bütün hayatım da sığabilirdi. Ve ben hikâyenin yüreğine yaptığım yolculuklarda hem kelimeydim hem gerçektim. Kendini mahvetmenin ve sürüp giden bir ölümün kalpte ve kâğıtta sonsuz kere estetize edilişinin hem zindanını hem özgürlüğünü yaşadım.
Ancak elimde kalan özgürlük siyahlarını da çoğaltır oldu. Ben otobüs durağında sancılarla beklerken doktorlara küfür ettim. Sonra karşı durakta beklemem gerektiğini söyledi karısı olan bir adam. Otobüs gelmedi ve bir taksi çevirip ayrıldım duraktan. Taksideyken ondan mesaj geldi siyah telefonuma. Ben de yazdığım ve yaşadığım, yaşarken yazdığım hatta yazmak için yaşamak zorunluluğu taşıdığım beyaz bir gece yarattım o otelin eski duvarlarından. Bunlar böyle oldu mu? Bildiğimi değil, elimde kalanı anlatıyorum.
- Anlatılışının böyle olmasını, bu yalan bile olsa yaşanırken duyumsanan mutluluğun geçici olduğunu anlayınca elde kalanın bu olmasını böyle anlatıyorum. Bunları yaşamak için kendimi görevlendirdim. Sora sora o oteli buldum. Adı “Evim Otel”. Ciddi bir otel kâtibi kimliğimi sordu. Uzattım. Adımı kaydetti uzun deftere.
Âşığım diye bana tebessümler yağdıracağını umdum. Ama uyandım. Onun ciddiyeti bir denge sağladı. Buna sevindim merdivenleri arşınlarken. Evet özgürdüm. Çünkü burası hiçbir yerdi. Burada hiçbir şeyin varlığını hissetmiyordum. Eski ve belki pisti. Zamandan ve mekândan uzaktım. Otel de öyleydi. Aşkın tüm yükü kapıda kalmıştı. Ruhum da o yıla ait değildi. Ben o denli soyuttum ki odamın duvarları ve gömleğim de beyazken, İstanbul’daki odamda bıraktığım ben oteldeki beni yazmaktaydı o gece. Onu evine bıraktım ve aslında ikimiz de başka bir sokağa saptık. Yanımda değildi. Ben da orada değildim. Güzel bir yok oluş gecesiydi.
Otel ne kadar var olmaya çalışırsa çalışsın olamıyordu. Çünkü yazdığım öykünün en esaslı parçasıydı. Sonradan anlatılan bir mekâna dönüşüp durmaktaydı ve ben de aynı yokluğa kapılıp gidiyordum. Öylesine güzeldi. Güzeldim. Ben taksideyken yolladığı mesaj bile tüm güzelliğine karşı sözlerinin onu var etmedi.
- Sonra otelde unutup yazılan bir varlığa dönüştürdüm kendimi. Odada iki yatak vardı ama otel kâtibi başka kimseyi yollamayacağını söyledi. İtinayla katlanmış kahverengi battaniyeler ve beyaz duvarlar. Bir komodin. Bir sandalye. Bir lavabo. Uzanıp yatağa bir iki sigara içtim.
Yorgundum. Sevmek bedenime karışıp beni tüketirdi zaten. Erken uyudum. Aptal bir çocuk gibi gözlerim tavanda içtiğim sigaralardan zevk almışımdır yine de. Gece bağırarak uyandım. Nefesim kesilir gibi olurdu bazen. Odayı sisler doldurmuş da ben soluksuz kalmışım gibi boğulurdum. Aynen öyle oldu yine. Şimdi düşünüyorum da aşk geride kalınca o ince ve sevgi dolu üslup yerini sırf kendi özgür varlığını kurtarma telaşından olsa gerek çok sert bir üsluba terk ediyor.
Otel uykusunun sabahında onu beklerken yazdığım hayali yazı “Otelleri Soğuk Yapan Nedir?” başlığını taşıyordu. Onu çok özlemiştim ayrı kaldığımız 12 saat içinde ve bu hayali yazı aşka dair kelimelerle yazılmış olsa gerekti. Bağırdım ve soluma döndüğümde kapının altından odama giren koridorun aydınlığı sisleri dağıtınca rahatladım. Sabah gittiğim çorbacıdaki adam ve adres sorduğum simitçi yazdığım karakterler olarak sevimli göründüler gözüme. Bir kahvede çay içerken, simit sarayıydı orası, yol kenarındaki küçük sandalyeye oturup sabaha, hikâyeme, aşka ve kendime baktım. Denge kurulmaya başlamıştı hayatla hikâye arasında. Buna hatıra diyoruz biz. Hâlâ özgürdüm. Hâlâ otelin yokluğundan bir parça üstümde başımda. O serin sabah gri renklerle başlarken dünya çok uzaklardaydı bu da mutluluktu.
Ona değil de, sanki ideal aşka giden bir yolcuydum ben ve yolum Basmane’de bir otelden geçmişti. Yoldaki ve kaldırımdaki hareketliliğin kıyısında ben âşık kelimesiydim. O kelimenin kalbindeydim. Kalbiydim. Kelimeydim. Sonra Yeşilyurt’ta, duvarın dibinde bir taşa oturup onu beklemeye başladım. Bekledikçe özlemeye başladım. Hayalimde yazdığım yazı bu değildi onu beklerken. Geldi ve hikâyeden ayrılışım böyle başladı. Taksiyle otele giderken bana yazdığı mesajı ezberimden yazıyorum: “Canım napıyosun. Ben yattım artık çiçeklerimi suya koydum, başucumda bir nefes olsun diye. Geceyi güzel geçir noolur, evhamlar cehennemim. Bekliyorum yarın. Öptüm…” Kalbimde nankör bir ağrı.