Mutluluk... İzninizle
Bireyselleşme diye allanıp pullanan, bireyin yalnızlaşmasıymış. Yoksa ortada bireylerin orijinal bir fikrinin olduğu falan yok. Milyonlarca insanın aynı şeyleri söyleyerek kendi fikrinin orijinal olduğunu iddia ettiği bir garabetteyiz.
İnsanın maziyi hatırlaması, çoğunlukla zihninin geçmişte aylaklık etmesiyle ortaya çıkar. Birden bire geçmişten hüznü, acıyı, kederi ve elemi kimi zamansa sevinci, neşeyi çekip çıkarır. İnsan, geçmişinden bir sevinci hatırladığında içinde bulunduğu âna da bir mutluluk bulaştırabiliyor. Marcel Proust'un Kayıp Zamanın İzinde serisinde yapmaya çalıştığı şeyi bir hatırlayalım. Çaya bandırılan bir kekin insanı nasıl da puslu bir geçmişe götürdüğünü ve o geçmişten gelen hatıraların şimdiye/o âna kattığı mutluluğu bir düşünelim. Geçmişi hatırlamak bu yönüyle, insanın o an içinde bulunduğu vaktin sorunlarına ve huzursuzluklarına karşı bir sağaltım refleksidir. Günümüzde her kuşaktan bireyin, çocukluğun en iyi kendi dönemlerinde yaşandığını iddia ediyor oluşu da yine insanın, geçmişten bugüne hep mutlu izler taşımaya olan meylinden ötürü olduğunu düşünebiliriz. Aynı zamanda maziyi hatırlamakla beraber bir de geleceği tasarlamak vardır. En yalın hâliyle düşlemek diyebileceğimiz bu eylem, aynı hatırlamak gibi ama bu kez geleceğe dair, mutlu hayaller peşinde olmayı anımsatan, o biçimde manalar ihtiva eden bir kelimedir.
Esasında buradan, insan zihninin bir yolunu bulup kendisini mutluluğa odakladığını anlayabiliriz. İnsan ister maziyi hatırlasın ister geleceği tasarlasın doğrudan doğruya gideceği yer, mutlu olabileceği bir yerdir. Bu bakımdan düşlemek ve düşünmek, bizim daha iyiye ulaşabilmek için zihnimizde kurduğumuz gelecek tasarısıdır. Daha iyiye ulaşmaksa insanı mutlu kılacak olandır. Yani insan mutlu olmak için kimi zaman mazisini hatırlar, kimi zamansa geleceğine dair düşler kurar. Peki bize düşünerek ve düşleyerek mutlu olacağımız bir geleceği tasarlama fırsatı veriliyor mu? Esas mesele burada. Başımızı bir an kaldırmaya görelim binlerce kanaat önderi tepemize biniyor ve bize ne düşünmemiz gerektiğini dayatıyor.
Artık şunu net bir şekilde görüyoruz ki bireyselleşme diye allanıp pullanan, bireyin yalnızlaşmasıymış. Yoksa ortada bireylerin orijinal bir fikrinin olduğu falan yok. Milyonlarca insanın aynı şeyleri söyleyerek kendi fikrinin orijinal olduğunu iddia ettiği bir garabetteyiz. Kimse birey falan değil. Herkes sadece tek ve yalnız. Sosyal medyayla, televizyon programlarıyla, türlü manipülasyonlarla hepimiz düşünce gevişi getirmeye zorlanıyoruz. Çoktandır bir kısır döngünün içerisine düşmüşüz. Herkesin ağzında aynı sözler, aynı telaffuzlar, aynı fikirler... Sartre, "başkaları cehennemdir" diyerek uyarmıştı. Onca yıldır birçok eleştirmen, başkalarının kim olduğunu, yine bir o kadarı da cehennemin ne olduğunu şerh etti durdu. Başkalarının cehennemi nasıl oluşturduğuna pek bakan olmadı. Sartre üzerinden bu alıntıyı, Byung Chul Han'ın "aynılık cehennemdir" sözüyle beraber irdeleyecek olursak başkalarının yaşattığı cehennemi daha net görebiliriz. Ey modern insan, başkaları seni aynılaştırıyor ve bu aynılık senin cehennemindir. Şimdi bana değil Sartre'a kulak ver.
- "Başkaları cehennemdir,
- Dikkat et!
- ve kendini yalnızca
- kendinde yok et
- Unutma!
- böyle oldun mu bulursun
- gerçek huzuru elbet"
Bir insanın neyle ve nasıl mutlu olacağına dair belki yüzlerce teori var, tavsiye var. Dahası onlarca kitap var. Bu konuda kaynakları okumaya başladığımızda tam bir kakofoninin içerisinde buluyoruz kendimizi. O yüzden mutluluğa dair tek laf etmek bile istemiyorum esasında, zira insan mutluluğu kendiyle baş başa kaldığında yakalayabilecek donanımda bir varlıktır. Mutluluk her bireyin kendi ruh iyiliğidir. Böylesi kabına sığmayan bir duyguyu şekle şemaile büründürüp nicel ölçütmüş gibi formülleştirmek insanı makine gibi algılayan günümüz tekno-insan düşüncesinin ürünüdür. Esas sorun nasıl mutlu olacağımızda değil üzerimizde kara bulut gibi dolaşan mutsuzluk simsarlarını nasıl defedeceğimizde. Günümüzde hepimizin arasında bir mutsuzluk virüsü dolaşıyor, dolaştırılıyor. Bu virüsün etkisiyle günden günde daha da mutsuz olduğumuza inanıyoruz. Bu mutsuzluğumuzu kim satın alıyor? Kim mutsuzluğun komisyonunu yiyor ve kimler kendini umut olarak pazara çıkarıyor? Bu sorulara cevap bulabiliyor muyuz? İşte asıl mesele burada.