Muktedir kahkaha

CAN ACER
Abone Ol

Gülme, başkalarının ve kendi eski kusurlarımızın mevcut durumumuzla kıyasından doğan ani gururun sevincidir. Aristoteles insanı “gülen hayvan” olarak tanımlamıştı. Baudelaire ise gülmekle üstünlük duygusu arasındaki yakınlığı vurgulamak için insanın tabiatta üstünlük duygusuna sahip tek canlı olduğunu söylemektedir. Burada önemli olan bu üstünlük duygusunun her zaman basit bir hiyerarşik ilişkinin ifadesi olarak gerçekleşmediğidir.

Önce ağız açılır. Dudak kıvrımının dişlerin görüneceği şekilde geri çekildiği bir ağız açıklığıdır bu. Karanlık manzaradan ağız içi dokular görünür. Yarım bir nefes alma anında hava gürültüyle ağıza girer. Vücudun sarsıntılarıyla devam edecek olan dağınık müzik başlamıştır artık. Åhenksiz bir çırpınış kesintili ve fasılalı bir şekilde hem gırtlağı hem de göğsü engellenemez bir tazyikle işgal edecektir birazdan. Vücudun sarsıntıları başlamadan hemen önce yüzün çarpıklığı başlar. Dudağın kıvrılışının ardından elmacık kemiği şişer. Burun kanatları dışa doğru açılır. Alt göz kapağı ile göz çevresi kırışır ve konuşmaya varmayan bir sesli harf telaffuzu çığlığı andırır bir şekilde başlar. Bu tasvir size kahkahayı canlandırıyorsa acele ediyorsunuz. Çünkü gülmenin mimik-vokal ifadesi ağlamak ile neredeyse aynıdır. Leonardo da Vinci şu tespitte bulunuyor: “Gülen kişi ile ağlayan kişi arasında gözler, ağız ya da yanaklarda herhangi bir farklılık yoktur; tek fark, kaşların çatılışında görülür, ağlayan kişide kaşlar aşağı çekilir, gülen kişide yukarı kaldırılır.”

Gülme, yüzün alt kısmının üst kısma doğru genişlemesidir. Gülme ile ağlama arasındaki mimik-vokal benzerliğin ilk çağrışımı bu iki tepkinin kaynağının ortak olabileceği yönünde olmalıdır. Sevinç gözyaşları gibi duyguların örtüştüğü karma tepki anları ve patolojik gülüşler (acı, üzüntü, öfke anlarında önlenemez bir biçimde gelen gülüşler, Sezai Karakoç’un “geliyor boyuna geliyor yalnızlığın gülmeleri” mısrası buna güzel bir örnek) gibi durumlarda görülebilen bu ortaklık, sıradan gülüş ve kahkahalarda da aranabilir. O hâlde “Niçin gülüyoruz?” sorusunu sormadan önce “Niçin ağlıyoruz?” sorusu üzerine düşünebiliriz. Ağlamak gülmeye nazaran daha tanımlanabilir bir eylem. Gülme gibi gündelik hayatın bütün ayrıntılarına sirayet etmez. Bu yönüyle tepki alanı gülmeden daha dardır. Belki de ağlamanın nadir gerçekleşmesinden dolayı onun üzerine daha belirli düşüncelere sahibiz. Çoğunlukla hayatımızın kriz ve yıkım anlarına verdiğimiz yegâne tepki olarak ağlamayı üzerine düşünmeye değer buluruz.

Niçin ağladığımızı biliriz. Gülme ise gün içerisinde onlarca kez yüzümüzde belirse dahi, onu güler geçeriz. Gülme ile ağlama arasında en temel ayrım öznenin edilgenlik durumudur. Ağlamada dünyadan bize doğru bir şiddet mevcuttur. Gülmede ise bizim şiddetimiz dünyaya doğrudur. Ağlamanın sebebi olan etkenler bizi âciz hâlde bir hareketsizliğin içinde bırakır. Biri ölür, ölüm her şeye galebe çalar ve ağlarız. Ağlama biçimlerinde bizi tesiri altına alan öteki hep güçlüdür. Gözyaşı, merhamet gözyaşları olsa bile bu böyledir. Yaşlı bir adama ya da engelli bir çocuğa ağladığımızı düşünelim. Burada ağladığımız kişiyi sarıp sarmalayan güçsüzlük hâliyle o kadar derin bir birliktelik içindeyizdir ki ona acı veren öteki artık bizim de ötekimizdir, kendi ikliminde bizi de bunaltmaktadır. Yani güçsüz olmasak bile güçsüzlerin safındayızdır. Benzer bir durum kendimize güldüğümüzde de gerçekleşir. Kendimize gülerken güçlü ve güçsüz olmak üzere iki benlik ortaya çıkar. Kaldırımda yürürken düştüğümüzü düşünelim. Arkamızda bize gülen kişi güçsüz olan ötekine gülüyordur.

O düşmemiş oluşuyla en azından uygar hayatın sıradanlığını devam ettirecek güçtedir ve güler. Fakat biz de ayağa kalkarken kendimize güleriz. Burada bizim ötekimiz kendi güçsüz yanımızdır. Kendimize gülerken benlik bölünür, başkasına ağlarken ise iki benlik acı karşısında, acı içinde birleşir. Kendimiz için ağlayabiliriz, başkası için ağlayabiliriz, kendimize gülebiliriz de. Fakat başkası için gülemeyiz. Dil bize bunu öğretir: Başkasına güleriz. Gülmek her zaman ötekine yönelik bir eylemdir. Gülme eyleminde karşıdakiyle özdeşleşme durumu yoktur. Bergson gülmenin zihinsel bir süreç olduğunu ve ancak yüreğin uyuşturulduğu anlarda gerçekleşebileceğini düşünmektedir: “… gülmenin heyecandan büyük düşmanı yoktur. Bunu söylemekle bizde acıma yahut sevgi uyandıran bir kimseye gülemeyiz demek istemiyorum: Sadece güleceğimiz sırada, sevgiyi bir müddet unutmak, acımayı susturmak lâzım olduğunu söylemek istiyorum.”

Bu duygusuzluk hiyerarşik baskınlık olarak ortaya çıkan gülmeye zemin hazırlayacaktır. Duygudaşlık ortak bir zemini doğuracağı ve özdeşleşmeye sebep olacağı için gülmenin gerçekleşmesine engeldir. Gülmenin duygusuzlukla ilişkisini Peygamberimiz de işaret etmiştir: “Fazla gülmek kalbi öldürür.” Bizim karşımızdakiyle özdeşlik kurmamızı sağlayacak olan kalbimizdir, zekânın ilgisi ise aynılığa değil ayrıma yöneliktir. Dolayısıyla gülme kendimizi güldüğümüz kimseden tefrik edişimizdir. Bu tefrikle kalbî bir iletişimin imkânları tükenir. Gülme esnasında çıkardığımız şiddetli gürültü bu iletişimsizliğin vokal ifadesidir. Gürültü varsa iletişim olmaz. Gülmeyi çirkin, uygunsuz, tutarsız bir durum karşısında verilen tepki olarak değerlendiren Aristoteles, bu durumların ancak acı yaratmadığında gülmeyi doğurabileceğini söyler. Düşen adam örneğine tekrar dönelim. Biri düştüğünde kafasının yarıldığını, gözüne bir çöp battığını görürsek yüzümüzdeki gülme hemen söner. Çünkü artık acı yaratmayan zararsız durum kaybolmuştur.

Uyuşan yürek çözülür ve yardıma koşarız. Gülmek ötekine doğrudur dedik. Aynı zamanda ötekiyle birliktedir de. Bir topluluk jesti olarak gerçekleşen gülmede üç unsur görürüz. Saldırgan eylemi gerçekleştiren “gülücü”, bu eylemin nesnesi olarak “gülünen” ve “topluluk”. Bu topluluğun her zaman nesnel olarak orada mevcut olması gerekmez. İki kişi arasında gerçekleşen gülmede de gülen kişi topluluğun diğer fertleriyle bir anlaşma içindedir. Gülünen bir durumu aktarırken kullandığımız “Görseydin gülmekten ölürdün” gibi ifadeler bu hayalî uzlaşmayı gösterir. Topluluk hâlinde gerçekleşen gülmede toplulukla gülen arasında bir kenetlenme görülür. Bu kenetlenme gülen zekâların katı bir şekilde uzlaşmasıdır. Türkçe bu katılığın farkındadır. Fuat Köprülü “alay” kelimesinin dilimize Bizans ordu teşkilatındaki “allagion” kelimesinden geçtiğini belirtiyor. Birini eğlence mevzuu yapıp onunla eğlenmek manasına gelen deyimi dilimiz askerî bir terimden türetmiştir: alaya almak.

Alay kelimesi her ne kadar kalabalık, topluluk manalarını kazanmış olsa da askerî anlam Türkçede hep mahfuzdur. Biri bizi alaya aldığında yapacağımız ya sessiz kalıp gülmenin şiddet içeriğine katlanmak ya da kendine gülüp onların birliğine katılmaktır. Kendimize gülerken de bir şiddet eylemine maruz kalıyoruz demektir. Kişi bir başkasının şimdiki hâline güler. Kendinin ise şu anı değil geçmişteki yetersizlikleri gülünçtür. Gülmek zaten bu yetersizliğin şimdiki zamanda olmadığını gösteren bir işarettir. Düşen adam ayağa kalkar ve güler. O artık ayaktadır. Onun geçmişteki zayıf ötekisi ise komiktir. Bizim en büyük ötekimiz geçmişteki güçsüz yanımızdır. Gülme, başkalarının ve kendi eski kusurlarımızın mevcut durumumuzla kıyasından doğan ani gururun sevincidir. Aristoteles insanı “gülen hayvan” olarak tanımlamıştı. Baudelaire ise gülmekle üstünlük duygusu arasındaki yakınlığı vurgulamak için insanın tabiatta üstünlük duygusuna sahip tek canlı olduğunu söylemektedir.

Burada önemli olan bu üstünlük duygusunun her zaman basit bir hiyerarşik ilişkinin ifadesi olarak gerçekleşmediğidir. Mesela gülmeyi beklentinin boşa çıkması, beklenilenin zıddının gerçekleşmesiyle açıklayan kuramlara baktığımızda da gülmenin üstünlük ile ilişkisini görürüz. Gülme bu kez üstünlüğü kutlamak için değil üstünlüğü kurmak için sarf edilmektedir. Beklenilen şeyin boşa çıkması kişinin geliştirdiği bütünlüklü tasavvurun gerçeklikten uzaklaşmasıdır. Beklentinin zıddının gerçekleşmesi ile doğan boşluk bir kaos hâlidir. Bu kaosa karşı düzenin iktidarını kurma adına gülme gerçekleşir. Gülme beklentinin boşa çıkmasından önceki bütünlüklü benliğimizi tekrar inşa etmek için psikolojik bir dayanaktır. Gülme hem yitirdiğimiz bir üstünlüğün yeniden inşası için hem de ötekine yönelik bir otoritenin tesisi için olabilir. O hâlde sadece gülmede değil güldürme arzusunda da otoriter bir yan olmalıdır.

Sanders Chaplin’in Büyük Diktatör filmini değerlendirirken Hitler’i bu kadar güzel canlandırmasının sebebi olarak Chaplin’in kendisinde de faşist ve diktatör bir yan olabileceğini söyler. Diktatörle espri ustası arasında sadece bir vurgu farkı vardır ona göre. Diktatör gibi güldürü sanatçıları da “her şeyi biliyor” izlenimi uyandırırlar. Diktatörün aksine espri ustası kurbanlarını yalnızca mecazî olarak yere serer. Şakacı da diktatör gibi denetimi elinde tutmaktan hoşlanır. Chaplin Büyük Diktatör’ü yazmış, yönetmiş ve oynamıştır. Birçok filminin müziğini kendi bestelemiştir. Hollywood’da stüdyoları vardır. Bu vasıflara yerli komedyenlerimizin de sahip olması tesadüf olmamalı. Yılmaz Erdoğan, Cem Yılmaz, Ata Demirer… Yazıyorlar, yönetiyorlar ve oynuyorlar. Piyasa hâkimiyetinin peşindeler ve bunu kurmuş gibi görünüyorlar. Elbette halk bu isimlere hayranlık duyuyor, tıpkı diktatoryal eğilimlere duydukları gibi. Gülen kişinin otoritesi, bilgeliği ve tartışılmaz gücü, pek çok medeniyete mutlak iktidar sahibi Tanrı’nın da güldüğünü düşündürmüş olabilir.

Bir Mısır papirüsünde Tanrı yaratmayı bir emirle değil gülerek gerçekleştirmektedir: “Tanrı güldüğünde, dünyaya hükmedecek yedi Tanrı dünyaya geldi… Kahkahaya boğulduğunda ışık oldu.”2 Burada yokluğa ve kaosa karşı Tanrı’nın gülmesi onun kaosu aşacak mutlak gücünün ifadesidir. Türk mitolojisinde de şamanların gülerek doğduğu görülmektedir. Şamanlar toplumu ilahi yasaya göre tanzim edecek erklerdir. Şamanın doğarken attığı kahkaha, Mısır tanrısının kahkahasıyla aynı anlama sahiptir. Zerdüşt de doğarken yüksek sesle gülmüştür. Antik Yunan tanrılarının bastırılamaz gülüşleri ile Gülen Buda heykellerinin bilgelikle genişleyen ağızı hep aynı mutlak ilahi bilgeliği ve iktidarı temsil etmektedir. Kutsal kitapların tanrısının gülüp gülmediği ise özellikle Yahudilik ve Hristiyanlık’ta teolojik bir sorun olmuştur. Hristiyanlık’ta bu sorun İsa’nın gülüp gülmediğiyle derinleşmiştir. Çünkü Hz. İsa Kutsal Kitap’ta üç kez ağlarken görülür, fakat hiç gülmez. Hristiyanlık içerisinde kalarak düşündüğümüzde Hz. İsa’nın gülmeyişinin makul yanları vardır.

Hz. İsa “söz”dür. Yukarıda işaret edildiği gibi gülmekse gürültülü bir iletişimsizlik hâlidir. Eğer İsa gülerse “söz” kesintiye uğrar. Bunun dışında gülme ötekine yönelik bir eylemdir. İsa’nın ise Kudüs’e bakarak ağlarken ya da kendisine ihanet eden Yahuda’yı affederken görüldüğü gibi bir ötekisi olamaz. İsa’nın gülmediğini düşünen Hristiyanlar Yahudilik’te olduğu gibi garip bir şekilde Tanrı’nın güldüğünü düşünmüşlerdir. Kitabı Mukaddes’te Tanrı dört kez gülmüştür. Bu gülüşler ya Tanrı’nın merhametinin kötüleri kapsamadığını gösterecek küçümseyici gülüşleridir ya da masum inananların kendisine yöneleceği gerçeğinden duyduğu sevinç gülüşleridir. Kuran-ı Kerim’de Allah’ın güldüğüne dair bir ibare yer almaz; ancak Kuran’da gülme, üstünlük duygusunun bir ifadesi olarak pek çok yerde geçmektedir. Kitabı Mukaddes’te üstünlük duyarak gülen bir Tanrı varken Kuran’da çoğunlukla inkârcıların bu şekilde güldüğü belirtilir.

Müminlerin de galibiyet ve başarı işareti olan gülüşleri vardır: “İşte bugün de inananlar kâfirlerin üstüne gülerler.”3 Bunun dışında Kuran’da; şaşkınlık hâlinde, güvende hissetme hâlinde ve dünyevi nimetlere kapılmış olmanın neticesinde sarf edilen gülmeler de mevcuttur. Ama Allah gülmez. Zaten insani gülüşün temel mahiyeti düşünüldüğünde bu mümkün de değildir. Çünkü üstünlük, yetersizlik, zıtlık, uyuşmazlık, avuntu gibi gülme kuramlarında belirtilen şekilde Tanrı’nın gülmesi düşünülemez. Allah’ın zâtî ve sübutî sıfatları arasında gülmek ve ağlamak yoktur. Allah hoşnut olur, ama gülmez; merhamet ve rahmet duyar, ama ağlamaz. Gülmek ve ağlamak insana özgü aşırılıklardır. Cennette gülmenin olup olmadığı da başka bir sorundur. Zıtlığın, uyumsuzluğun, başkasının güçsüzlüğünü paylaşmamadan duyulan sevincin, yetersizliğin olmadığı cennette gülme varsa dahi bunun mahiyetinin dünyevi gülmeden çok farklı olacağı aşikârdır. Özü itibarıyla bir aşırılık olan gülme, modern çağın aşırılıklarına ve kapitalizmin tabiatına uygundur.

Çalışma saatleri kadar boş zamanı da organize eden ve iş dışında kalan vakti metalaştırmak adına kültür endüstrisini inşa eden kapitalizm, gülme eylemini de ehlileştirmiştir. Nobert Elias’ın “Gülen kişi ısıramaz.” sözü en çok kapitalizmin gülmeleri için geçerlidir. Adorno gülmenin halkların yeni afyonu olduğunu ve bu afyonun halka kilise yerine sinema salonlarında verildiğini söylemektedir. Kapitalizmin rekabet ve mücadeleye dayanan ruhu ile gülmenin ruhu, kültür endüstrisinin örgütlü eğlence anlayışı ile gerçek anlamını kalabalıkta bulan gülmenin yapısı uyuşmaktadır. Gülme kanseri toplum bünyesinin her yerine yayılmıştır. Peki, ne yapmalı? Gülmeyi kurgulanmış hâlinden kurtarıp onun yıkıcı ve karşı iktidar kurucu vasıflarından faydalanarak şiddetimizi kapitalizme ve onun suni kültürüne yöneltebiliriz. “Allah kendisinden razı mıdır, kızgın mıdır bilmediği hâlde kahkahayla gülen adama şaşarım.” diyen Peygamber’in bu uyarısını düstur edinebiliriz.

Adlarının anlamı “gülüşsüz” manasına gelen Antik Yunan’ın agelastları gibi gülmeme erdemine sığınabiliriz. Bu konuda sanat ve din bize yardımcı olacaktır. Kahkahayla gülen bir genci görünce “Nasıl oluyor da yüreğinde gülmeye yer buluyorsun?” diye soran keşişe ya da bir şaire başvurabiliriz… Çünkü surat asmak hakkımız.

  • 1. Henri Bergson, Gülme (İstanbul: Dergâh Yay., 2017), 14.
  • 2. Barry Sanders, Kahkahanın Zaferi ( İstanbul: Ayrıntı Yay., 2019), 17.
  • 3. Mutaffifin suresi/34.