Muhtaç

SERKAN ÜNAL
Abone Ol

Çiğ sarıların, tatlı turunculara karışmasının vakti çoktan gelmişti. Şehir yeşil ve sarının her tonuna bürünmüştü bile… O rüzgâr, hafif esintisiyle kulağına fısıldayarak sanki çevredeki gürültüyü alıp götürmeye çalışıyordu. Ayaklarına önce çarpan, sonra yerde sürüklenerek giden yapraklara baktı. Kendi kendine “Sahi, Eylül gelmiş…” dedi Genç Adam…

Sonra gözlerini hemen önünde duran denize çevirdi. Vapurları kovalayan denizin sokak çocukları martılara gözü takıldı. Rüzgâr tüm serinliğiyle, merhametiyle onu sarıp sarmalarken gözlerini kapattı. Rüzgârın hafif sesi, martıların çığlıkları ve vapurların homurtulu düdüğünden başka bir ses duymuyordu. Genç Adam, dokunaklı zamanlardan geçiyordu. Bilirsiniz, mutlaka hepimizin en az bir kez başına gelen tatsız, kekremsi, hani şu göğsümüze nefesimizi sığdıramadığımız, “Ben şimdi ne yapacağım?” deyip durduğumuz zamanlar var ya, işte tam o zamanlardaydı.

Sonra gözlerini hemen önünde duran denize çevirdi. Vapurları kovalayan denizin sokak çocukları martılara gözü takıldı.

Bir süredir yaşananları sindirebilmek için evine çekilmişti. Zaten bu yüzden fark etmemişti zamanın geçip, vaktin Eylül’e geldiğini. Çünkü böyle günleri yaşayan hepimiz gibi o da ne yapacağını bilememişti. Tekrar hayata ne zaman ve nasıl dönmeliydi? Zamanı gelmiş miydi? Bu vakit doğru muydu? Düşünceleri yüzünden başında hafif ama rahatsız eden bir ağrı hissetti. Eliyle alnını ovalarken telefonu çalmaya başladı. Arayan, bin bir rica ve hatırla görüşmek için onu buraya çağıran arkadaşıydı. Ama gelemeyeceğini söylüyordu, çünkü yaptığı iş kalmasını gerektirmiş, çok özür diliyordu. Genç Adam, sitem dolu bir sesle “Sorun değil, ben eve dönerim.” diyebildi. Arkadaşının kendisi için kaygılandığını bildiği ve onun bir doktor olmasından dolayı kızamadı. “Başka birinin benden daha çok ihtiyacı var ona.” diye geçirdi içinden… Ama yine de boşuna buraya gelmiş, boşuna vakit kaybetmiş gibi hissetti. Böyle olacağını bilseydi elbette evden hiç çıkmazdı. “Bilseydim gelmezdim.” diyebildi kendi kendine…

Eylül’ün şehre getirdiği güzelliği tekrar izlemeye başladı. Eylül’ü düşündü, “Ne güzel mevsim” dedi ve o an annesini hatırladı. Çocukluğundan bu yana onun için Eylül, hazırlık ve telaş demekti. Turşular, reçeller, salçalar, değişen nevresimler, ince yorganların ortaya çıkması, otobüsler dolusu büyük şehirlere geri dönüşler demekti. Eylül’ü neden sevdiğini hatırladı, Eylül bir araya gelmekti. Sonra ise şu anki yalnızlığı birden yüzüne çarptı. Aylar geçmişti kaybettiğinin, kaybettiklerinin üzerinden. Geçen zamana hayıflandı, “Şu zamanın da hiç vakti yok.” diye düşündü. Çünkü zamanda olan biten her şey onun için çok vakitsizdi. Kim bilir neler feda eder, nelerden vazgeçerdi? Bazı şeyler için keşke biraz daha zaman olsaydı ve biraz daha vakit geçirebilseydi. Ellerini yüzüne bile götüremeden, öylece denize doğru bakan kızarmış gözlerinden yaşlar inmeye başladı. O an içini döker gibi değil, gerçekten tam zamanı gelmiş gibi ağlamaya başladı. Bu sırada gökyüzü pusla kaplandı, izlediği deniz ve şehir manzarası değişerek, bulanık bir resme benzedi. Tıpkı gökyüzü gibi içi puslandı ve “hayat ne kadar da kötü” diyerek karanlık düşüncelere daldı. O an kendi kendine “Oysa ne de güzel zamanlardı” diye düşündü. O an güzel anılarını peşine takıp getiren bu düşünce, bir şimşek gibi kafasının içindeki karanlığı bir anlığına aydınlattı. Ancak onun ihtiyacı olan anlık bir parlaklık değildi. O, güneşin hayat dolu ışıklarına muhtaçtı.

Ellerini yüzüne bile götüremeden, öylece denize doğru bakan kızarmış gözlerinden yaşlar inmeye başladı. O an içini döker gibi değil, gerçekten tam zamanı gelmiş gibi ağlamaya başladı.

Eliyle yüzüne silerek kendini toparlamaya çalıştı, artık gitmesi gerekiyordu. Yağmurdan koşarak gitmeye çalışan insanların arasından elleri cebinde geçti. Minibüs durağına giderken yağmurdan kaçabilmek için Mihrimah Sultan Cami’nin penceresinin önüne sığınmış, sırılsıklam halde birkaç zavallı kuş gördü. Biraz da onlara üzüldü, dilerim hasta olmazlar diye geçirdi ve başını öne eğip yürümeye devam etti. Birkaç adım daha atabilmişti ki arkasından genç bir kızın “Baba” diye feryat ettiğini duydu. İstemsiz, çekingen bir tavırla arkasına döndü, orta yaşlı bir adamın yere yığılmış olduğunu gördü. Başında ise sesin sahibi genç kızı ve onun gözlerindeki korkuyu gördü. Adamın etrafına birkaç kişi toplanmıştı ve bir kişi telefonla ambulans çağırıyordu. Ama kimse yerde yatan adama ne olduğunu ne yapılmasını gerektiğini bilmiyordu. Genç Adam, kısa süreliğine olduğu yerde kalakaldı. Sonra derin bir nefes aldı ve hızla yerde yatan adamın yanına geldi. “Bana müsaade edin.” dedi, adamın nabzını kontrol etti. Nabız alamamıştı, kalbinin durduğunu anladı. Genç kız çaresizlik içinde ona bakarken, Genç Adam “Düz bir şekilde yatıralım.” dedi. Genç kız ona bakarken, “Ben doktorum.” dedi ve üzerindeki ceketi çıkarıp adamın başının altına koydu. Genç Kız çaresizlik içinde ona bakarken, Genç Adam “Düz bir şekilde yatıralım.” dedi. Etraftaki meraklı bakışların arasında iki elini adamın göğsünde birleştirerek kalp masajı yapmaya başladı. Genç Adam, içinden “Hadi, hadi abi şu kızını üzme.” diye sürekli tekrar etti. Birkaç kere daha elleri adamın göğüs kafesi üzerine inip kalktıktan sonra adam nefes aldı ve gözlerini araladı. Genç Kız, babasına sarıldı, yaşadığı korku ve mutlulukla ağlamaya devam etti. Genç Adam, “Yerden kalkmayın ambulansı bekleyin. Hastaneye gitmeniz daha uygun olur.” dedi. Genç Kız, minnetle teşekkür ettikten sonra ardından dönüp tekrar yoluna yürümeye devam etti. Düşündü, arkadaşı onu buraya çağırmamış olsa ya da arkadaşı vaktinde gelseydi bu adama yardım edemeyecekti. Dahası kalbi durmuş olan bu adama ambulans yetişebilecek miydi? Burada olması kader miydi bilemedi ama o adamın yeniden nefes alması ona da iyi gelmişti. Genç Adam, o an kim olduğunu, neler yapabildiğini ve en önemlisi ne yapmasının doğru olacağını anladı. Tüm çaresizliklerinden sıyrılarak, olanı biteni kabul etmeye ve yeniden hayattaki yerine dönmeye karar verdi. Muhtaç olduğu şey tam olarak buydu, faydalı olabilmekti.