Mûsikînin bir kimlik oluşumuna etkisi
Bir taşa verdiğiniz şekille oluşturulan simge eser Süleymaniye Camii ile sese şekil verilerek oluşturulan Buhûrîzâde Mustafa Itrî'nin "Segâh Tekbir"i arasında kimlik inşası yönünden hiçbir fark bulunmamaktadır. Yüzyıllar boyunca sese ve taşa verdiğimiz şekiller aslında ruhumuzun inceliklerini yansıtmakta idi. Estetik kaygımız ise bize Hazret-i Muhammed Mustafa'dan mirastır.
- "Şarkıların sözleri değil, melodileri o şarkının coğrafyasını belirler."
Bana hangi müziği dinlediğinizi söylediğiniz zaman sizin sosyokültürel hayatınız, düşünceleriniz, sanat görüşünüz gibi birçok konuda doğruya yakın bilgiler elde edebiliriz. Müzik aynı dilin konuşulmadığı hâlde melodilerle aynı hislerin paylaşılabildiği bir sanattır. Dilini bilmeseniz bile Farsça bir ağıtta hissettiğiniz duygular Balkanlar'da Arnavutça, Anadolu'da Türkçe veya Kürtçe olur. Müzik bazen siyasetin dili bazen gönlünüzün tercümanıdır. Stratejik olarak müzik millî duygularınızı diri tutan ama yeri geldiğinde bir toplumu silahsız istilâ edebileceğiniz bir unsurdur. Kültürel köklerinizden koparılmak aslında tarih ve din bilincinizin yavaş yavaş kaybolmasıdır. Çok beğenilen Farsça bir şarkıyı dinlemediğini beyan eden kişilerin ayıla bayıla dinledikleri İngilizce şarkıların da sözlerini anlamadıklarını fark ettiğinizde bu istilanın nasıl bilinçaltından yürütüldüğünü görürsünüz. Aslında bir ilim olarak müziği kabul etmeyen siyasiler de bu istiladan nasiplerini almışlardır.
Zira istilayı gerçekleştiren kendi mevkidaşları onlara müziğin bir ilim olmadığına ve mâlâyâni şeylerle dolu olduğuna inandırmışlardır. Bir kimlik inşasında müziğin bireye ve sonrasında toplumlara verdiği, sosyal bir birliktelik bilincidir. Tarihin kavranmasında veya yerli ve millî olunması konusunda müzik sanatlar içerisinde en önemli yere sahip olanlardan birisidir. Batı müziğinin "evrensel" ve "gelişmiş" olarak, diğer müziklerin ise "etnik" ve "ilkel" olarak nitelendirilmesi tamamen siyasal bir davranıştır. Bir müziği oluşturan din, ahlâk, siyaset, örf gibi öğeler olduğu sürece hiçbir müzik evrensel olamaz. Zira evrensel olan müzik değil sestir. Bir taşa verdiğiniz şekille oluşturulan simge bir eser Süleymaniye Camii ile sese şekil verilerek oluşturulan Buhûrîzâde Mustafa Itrî'nin Segâh Tekbir'i arasında kimlik inşası yönünden hiçbir fark bulunmamaktadır. Yüzyıllar boyunca sese ve taşa verdiğimiz şekiller aslında ruhumuzun inceliklerini yansıtmakta idi.
Estetik kaygımız ise bize Hazret-i Muhammed Mustafa'dan mirastır. Resullullah'ın "Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremez." sözü üzerine bir adam, "İnsan elbisesinin ve ayakkabısının güzel olmasından hoşlanır!" deyince Resûlullah (s.a.v), "Şüphesiz ki Allah güzeldir, güzelliği sever. Kibir ise hakikati inkâr etmek ve insanları küçümsemektir." buyurmuştur. Mesele köklerimizi arama meselesi ise bizim bu köklerimizi Batı'da değil Doğu coğrafyasında aramamız lazım. Herat'tan İstanbul'a kadar çizilebilen bu müzik rotası özellikle nazariyat alanında kayda değerdir. Ses aslında estetik içerirse buna âhenk deriz. Âhenksiz sesin adı ise gürültüdür. Bir taraftan bu âhengi yüreklerinde taşıyan ve mûsikîye değer veren Hunlar öncesinden, Hunlardan, Göktürklerden, Uygurlardan kısacası İslam öncesi Türklerden gelirken diğer taraftan cahiliye döneminin çok ibtidai mûsikîsi Hz. Peygamber dönemince Kurân-ı Kerîm ve Ezân-ı Muhammedî ile gelişmeye başlanmıştır.
Emeviler ve Abbasiler döneminde mûsikî yavaş yavaş kendi çevresini oluşturmuş ve gelişimini devam ettirmiştir. İslam filozofları içerisinde ilk kez mûsikî hakkında Kindî (ö.874) bir mûsikî risâlesi yazmıştır. Daha sonra Fârabî'nin (ö. 950) Kitâbü'l-Mûsîka'l-Kebîr ve iki eser daha yazarak, İbn-i Sinâ, Safiyyüddin, Merâgî, Ladikli Şükrullah gibi Türk mûsikîsi nazariyatının temel taşları olacak kişilerin eserlerine öncülük etmiştir. Fiilî olarak müziğin icra edildiği ve günden güne yayıldığı bu coğrafyalarda hiç şüphesiz hâkim unsur olan Türkler aynı zamanda mûsikîye de yön ve şekil vermişlerdir. Türk müziği Selçuklu ve Osmanlı Devletlerinin hâkim olduğu coğrafyalarda icra edilmiş ve makamsal özellikleri ile etkili olmuştur. Türk mûsikîsinin sahada icra edilen noktalarına müdahale edilmese de mûsikîmizi Radolphe D'Erlanger (1872-1932) gibi Batılı çevreler, eserlerin dilinin Arapça olmasını bahane ederek yazdıkları La Musique Arabe (Arap Mûsikîsi) isimli ve 2857 sayfadan ibaret olan 6 ciltlik eserinde, Farabî, İbni Sina, Safiyyüddin Urmevî ve Ladikli Mehmet Çelebi'ye ait Türk mûsikî sistemi çalışmalarını eldeki mevcut yazmalarından yararlanarak "Arap mûsikîsi" adı altında ve Fransızca olarak yayımlamıştır.
İdeologların yanlış yaptığı konu aslında İslam mûsikîsinin Arap, Fars ve Türk diye ayrıştırılmadığı bir dönemde mûsikîyi bu şekilde tasnif etmeye çalışmalarıdır. Bu bağlamda Türk Müziğinin Arap, Fars ve Bizans'tan alıntı olduğuna dair yanlış bir söylem ortaya çıkmaktadır. İslam'ın kültür sanat merkezinin İstanbul olduğu bir dönemde bu sınıflandırma bizi doğru sonuçlara götürmez. Türkler, Osmanlı Devleti'nin güçlenmesine bağlı olarak Anadolu'ya yerleşmelerinden sonra çevre müzikleriyle etkileşimleri devam etmiş ve Osmanlı döneminde özellikle İstanbul her yerden müzisyenlerin akın ettiği, Doğu'nun en büyük müzik merkezi hâline gelmiştir. Tanzimat'la başlayan Batı müziği serüvenimiz Cumhuriyet döneminde büyük bir ivme kazanarak sürmüştür. Başka müziklere ilgi duyma hâli her zaman var olmuştur. Fakat okullarınızda ders olarak okutulacak veya kendi müziğinizi radyoda yasaklayacak aşamaya hiçbir zaman gelmemiştir. Müziğimizi Arap, Acem ve Bizans toplamı bir müzik olarak niteleyip, ardından Batı'ya yönelmenin, tamamen bir istila argümanının parçası olduğunu anlamak çok da zor olmasa gerek.
Çin kaynaklarında yer alan; Eski Türklerin Çin Seddi'ni aşmak için gönderdiği askerleri davul ve benzeri enstrümanlarla uğurlamalarında, her gün sultanın huzurunda okudukları "dokuz gök"ün bize Bizans ve Araplardan gelme ihtimâli nedir? Müzikleri birbirleri ile kıyas etmek kadar büyük bir yanlış yoktur. En ilkelinden en komplikesine kadar tüm müzikler kendi içerisinde bir değerdir. Bu değeri ona veren kendi coğrafyasını tanıtan kimliğidir. Müziğin gelişmiş veya ilkel olması, o müziğin yaygın olarak okunmasından ziyade üzerine bina edildiği ses sistemine ve tarihi kayıtlarına bağlıdır. Konuyu biraz daha somutlaştırmak adına sizlerle bir hatıramı paylaşmak isterim. 1999 yılında Makedonya'ya bir konser vesilesi ile gitmiştim. Nato, Kosova'da çıkan olaylar üzerine Makedonya'dan müdahaleye başlayınca ülke sınırları kapandı. Bu tür hassas durumlarda geceleri ibadethanelerin ışıkları yakılarak nöbet tutuluyor.
Kadim ve kıymetli arkadaşım Abbas Jahjai'nin imamlık yaptığı Kalkandelen Yukarıçarşı (Köprü) Camii'nde okuduğum İstanbul tavrı yatsı ezanını müteakiben yaşlı bir amcanın gözlerinden süzülen yaşlarla "Keşke dedeleriniz bizi terk etmeselerdi de şu ezanı hür dinleseydik." sözleri beni de duygulandırmıştı. Bu hatıramın konumuzla alakalı olan kısmı ise okuduğum ezanın tavrının ve melodilerinin o amcaya Anadolu'yu ve Osmanlı'yı hatırlatmış olmasıdır. Demek ki bir ses, tüm Müslümanların ortak bir metni olan Ezân-ı Muhammedî'yi yüzyıllar boyunca oluşan melodiler ve tavırla Anadolu'yu anımsatan bir hâle dönüştürebilmiştir. Doğu'nun sanatı aslında birebir eğitim dediğimiz "meşk"e dayanır. Meşk denilen bu sistemde öğrenci öğretmenin sadece sanatını değil ahlâkını ve yaşam tarzını da örnek almaktaydı. Sanata ve sanatçıya saygı bu nedenle hep en üst seviyede idi. Zira sanatçı duruşunu hocasından öğrenmiştir. Müziğin stratejik yönüne gelecek olursak birlik ve beraberlik için kullanılan müzik aynı zamanda farklılaştırmak adı altında toplumu bölmek ve ayrıştırmak için de "modern" veya "yobaz", "çağdaş" veya "ilkel" isimleri ile de kullanılabilir.
Bunlar "Alevi müziği" bunlar "şirk kokan" ilahiler. Müstehcen türkülerin varlığı tüm türkü külliyatını yok saymak için yeterli bir sebeptir. Tarihi bilmeden müziğin değil sözlerin "küfür" içereceğini anlamadan enstrümana düşman olanlar... İnsan sesini en muhteşem enstrüman olarak sazlar kısmının başına yazan ve diğer sazların bu insan sesine yakınlığı ile değer kazanacağını söyleyen bir medeniyetin çocuklarının hâlâ müziğin veya enstrümanın helal veya haram olduğunu tartışmaları tamamen bir stratejik harekettir. Kanallarında enstrümansız ilahi yayımlayanlar bir süre sonra çizgi film veya reklamlarda kilise sazları kullanmaktan kaçınmamaktadırlar. Bu tezatlar bize şunu göstermektedir ki müzik hâlâ stratejik olarak önem arz etmektedir. Birisi hâlâ Şehzâde Seyfeddin Osmanoğlu'nun hüzzam eseri "Hasret"i dinlediğinde köklerine doğru yolculuk yapmaktadır. Mehter çalmaya başladığında içinde vatan sevgisi olan her insan tarihteki o muhteşem günleri hatırlamakta ve köklerine doğru yola çıkmaktadır. Mûsikî ve dil aslında ayrılmaz bir ikilidir.
Dede Efendi'nin rast şarkısı "Yüzündür cihanı münevver eden" eserinin güftesi ve melodilerini İsmail YK'nın "Allah belanı versin" söz ve melodisine indirgemek, "Kudûmun rahmeti zevki safadır yâ Rasulallah"tan Abdurrahman Önül'ün seslendirdiği "Muhammed'in düğünü var cennette" eserine nasıl bir düşüş yaşandığını iyi analiz etmek gerekir. Müzik aslında bir toplumun entelektüel birikiminin de aynasıdır. Bazı pop ve arabesk eserlerinin Müslüman toplumun imanı ile oynadığını ancak sözleri analiz edildiğinde anlaşılabilir. "Lânet olsun böyle kadere", "Rûhumu şeytana sattım" gibi yüzlerce güfte müziğin gücü kullanılarak bilinçaltına işlenmektedir. Bu sadece Türkiye için değil bütün az gelişmiş ülkelerde uygulanan bir metottur. Bazen devletin eli ile bazen medyanın bazen ise sermayenin gücü ile yayılan bu eserlerin toplumların psikolojileri üzerinde yaptığı tesirleri analiz etmek başka bir makale konusudur. Sümerlilerle başlayan müziğin tedavi edici gücünden yola çıkarak, müziğin hasta edici veya isyan ettirici gücünü beyin dalgalarında yarattığı etki üzerinden yaptıkları "metal" müzik gibi müziklere yerleştirerek toplumları bozmayı hedeflemişlerdir.
Beş çeşit beyin dalgası var ve neredeyse müzik notaları gibi çalışıyorlar. Bazıları düşük frekanslardır, diğerleri yüksek frekanslardır. Birlikte uyum yaratma gücüne sahipler. Düşünceleriniz, duygularınız ve hisleriniz mükemmel dengede, etrafınızdaki her şeye odaklanmış ve açık durumdadır. Hâl böyle olunca müzik daha doğrusu müziğin içerisinde yerleştirilen ses dalgaları insanlar üzerinde kısa bir sürede etkisini göstermektedir. Kısa sürede tüketilen, yenisi üretilerek tüketime sunulan müzik artık endüstriyel bir malzemedir aslında. Hem para kazanılan -ki bugün itibari ile milyar dolarların konuşulduğu bir sektördürhem de ideolojinizi yaydığınız aslında bir nevi soğuk savaş yaptığınız bir materyal hâline gelmiştir müzik. Burada toplumları bu furyadan korumanın en güzel ve basit yolu ise köklerinde var olan asil müzik ruhu ile buluşturmak ve bunu yaymaktır. İlkokuldan üniversiteye kadar yapılacak tüm eğitim müfredatında bu bilgiler ışığında türküler, şarkılar, ilahiler ve nefesler seçilmelidir.