Mehmet Akif'in 'Asım'ın nesli' tanımlamasından çok çok öndeyiz
Bu nesil ne yaptı biliyor musunuz? Kalburüstü bütün bilinen tefsir külliyatını Türkçeye çevirdi. Bütün hadis külliyatını, kelam külliyatını, İslam felsefesini –ki buna ben de dâhilim- Türkçeye çevirdi. Farabiler, Gazzâliler, İbn Sina olmak üzere daha nice yazarlar nice eserler Türkçeye çevrildi. Bunu Osmanlı’da hiçbir kimse yapmamıştır. Ve yapamazlardı da. Çünkü felsefe bilmiyorlardı. Terminolojiyi bilmiyorlardı.
Prof. Dr. Mahmut Kaya, temel eğitimini Kuran’ı Kerim ve temel dini bilgiler üzerine aldı. Daha sonra İstanbul’a gelerek eski müderrislerden İslami ilimler tahsil etti. Fatih ve Şehzadebaşı Camilerinde bu ilimler üzerine öğrenciler yetiştirdi.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap - Fars Dilleri ve Edebiyatı Bölümünde başladığı yüksek öğrenimine aynı üniversitede doktora eğitimi ile devam etti. “İslam Kaynakları Işığında Aristoteles ve Felsefesi” adlı teziyle doktor unvanını aldı. 1983’te yardımcı doçent, 1986’da doçent ve 1992’de profesör oldu. İslam Ansiklopedisi çalışmaları, şiir çevirileri, Kuran’ın manzum çevirisi gibi daha birçok büyük çalışmanın içinde yer aldı. Kurban Bayramı vesilesiyle memleketi Tokat’ta bulunduğu sırada kendisi ile geçmişten günümüze uzanan bir sohbet gerçekleştirmiştik. Bu söyleşi odur.
Tokat’tan başlayıp İstanbul’da devam eden bir yaşam öyküsü. Bu öykünün içine okumayı, yazmayı, ezberlenen ciltler dolusu kitabı, felsefeyi, şiirleri koyabiliriz. Elbette bütün bunların yanına Necip Fazıl’ı da eklemek gerek. Değerli Hocam, Necip Fazıl ile nasıl tanıştığını bize anlatır mısınız?
Bir yerde oturuyorduk. Necip Fazıl ile sırt sırta oturuyormuşuz, habersiz. Onlar bir konu üzerinde tartışırlarken birden kulak misafiri oldum.
Kıtlık zamanıydı o zamanlar. Ortalıkta kimse yok yani, cumhuriyet inkılapları olurken toplumun önderi büyük ölçüde din uleması idi. Onlar tasfiye edildi. Medreseler kapatıldı, tekkeler kapatıldı. Din adına rehberlik yapacak, söz söyleyecek bunlardı. Bunları ortalıktan kaldırdılar.
Sonra o, “Bu konuda ne dersiniz?” deyince ben arkada dayanamayıp “O mesele şöyledir efendim.” dedim. “Kim ya bu adam?” dedi. Ondan sonra kimsin nesin derken tanıştık. İşte Arapça okuyorum, İslami bilimler tahsil ediyorum dedim. Keşke dedi benim Fransızcamla senin Arapçanı yer değiştirebilsek dedi. Bunu bana hayatında birkaç defa söylemişti. Arapçaya hayranmış. Benim o soruya cevap vermem onu hem memnun etti hem etmedi. Çünkü kimse cevap veremeyecek sanıyormuş. Bu sefer kendince daha zor bir soru sordu. Bu konuda ne dersiniz dedi? “O, ‘muhtelefün fih’tir.” dedim. O da, “Evet o, muhtelefün fihtir” dedi. Ve beni tebrik etti. Ben böyle heyecanlıyım tabii. Onunla böylece tanışmış olduk. Bu tanışmamız devam etti. Zaten onun Büyük Doğu’sunu takip ediyordum,1957’den itibaren.
Büyük Doğu Fikir Kulübü hakkında ne düşünüyorsunuz?
Necip Fazıl 1960 ihtilalinde tevkif edilecek. 16 ay hapis cezası çekip çıkacaktı. Çıktıktan sonra Büyük Doğu Fikir Kulübü’nü kurdu. Büyük Doğu Fikir Kulübü 11’ler, 35’ler, 101’ ler diye kendine göre kategorize etmişti üyelerini.
Büyük Doğu Fikir Kulübü’nde kimler vardı?
Sanat komitesi, ilim komitesi bir de aksiyon komitesi diye üç gruba ayırmıştı Necip Fazıl Kulübü. Ben ilim komitesini aldım. Zaten İslami ilimler tahsil ediyorum. Ben yetişme çağındayım zaten. Sürekli rahatsız ediyorduk kendisini. Neslihan Hanım, bu yobazları nerden bulup getiriyorsun başımıza diyerek isyan ediyordu artık. O da “Ya Neslihan bunlar memleketimizin en nezih evlatları, bunlar bizim geleceğimiz.” diyerek bizi övüyordu. Fikir Kulübü’nde şu an size söyleyebileceğim çok bilindik, tanınmış isimler yok. Kayserili bir Ali Biraderoğlu vardı. Öğretmendi. Daha sonra öğretim üyesi olmuş.
Necip Fazıl’dan hareketle günümüzde gençlere, kitlelere yön veren dava adamlarını görmek çok zor. Kitleleri peşleri sıra götürüp ayağa kaldıracak liderler eskiye nazaran yok derecesinde. Sizce neden böyle? Yani ne oldu, zaman mı değişti, çağa ayak mı uyduramadık?
Kıtlık zamanıydı o zamanlar. Ortalıkta kimse yok yani, cumhuriyet inkılapları olurken toplumun önderi büyük ölçüde din uleması idi. Onlar tasfiye edildi. Medreseler kapatıldı, tekkeler kapatıldı. Din adına rehberlik yapacak, söz söyleyecek bunlardı. Bunları ortalıktan kaldırdılar. Zaten o eski hocalardan da eli kalem tutan bir Ömer Nasuhi Bilmen vardı bir de Ahmet Hamdi Akseki vardı. Diğer kimsenin eli kalem tutmuyordu zaten. Türkçe de bilen yok. Çağın çok gerisindeyiz o zamanlar. Nedir biliyor musun bizim kaderimiz, Tanzimat’a kadar eğitim sistemi tek; medrese eğitimi, din eğitimi var. Akli ilimler yok medreselerde. Var diyenlere de inanmayın. Ben oralardan geldiğim için biliyorum medrese sisteminin ne olduğunu. Hiç aritmetik, matematik, geometri, astronomi gibi bilimlerden haberimiz yok ki. Meraklı olanlar usta çırak ilişkisiyle medrese dışında işi bilenlerden okurlardı.
Yoksa hiçbir zaman matematik astronomi vs. ilimler medresede yer almazdı. Dolayısıyla tarih ve coğrafya dersleri de yok. Hoca efendi zamanında yazılan Arapça kitapları okuyarak, Orta Çağ’ın belli bir döneminde üretilmiş olan o bilgileri okuyarak toplumu ve toplumun ihtiyaçlarına cevap vermek için o dünya görüşü ile yazılmış kitapları okuyarak kendisini geliştirmiş. Tabii artık gelmişiz 20. yüzyıla… Tarımdı, hayvancılıktı derken 20. yüzyıla bunlarla cevap veremezsiniz. Şimdi cumhuriyetin ardından inkılâplar başlayınca, medreseler kapatıldı, eğitim sistemi değişti, dil devrimi, yazı devrimi, hukuk devrimi derken dünyanın hiçbir toplumunun yaşamadığı radikal bir devrim yaşadık.
- Bu dönemde İslam adına Müslümanın düşüncesini, problemlerini gündeme getirecek, bunu haykıracak yazacak hiç kimse yok; sözcüsü yok. İşte o zaman rahmetli Necip Fazıl 1934’ de Abdülhakim Arvasi ile tanışmış. Bu da ona tasavvufi, dini birkaç onun bilmediği şeylerden bahsedince dikkatini çekmiş.
Necip Fazıl bir dönüş yapmış. “Fetret dönemi” dediğimiz bu dönemde ortalıkta kimse yok. Din adına konuşacak, Müslümanların problemlerini, duygu ve düşüncelerini topluma taşıyacak, gündeme getirecek kimse yok. İki kişi çıkıyor; biri Necip Fazıl diğeri Nurettin Topçu. İkisi de felsefeci. Nurettin Topçu Fransa’da doktora yapmış, gelmiş. Orada da Louis Massignon’u tanımış. Massignon İslam tasavvufu üzerinde çalışmış, Hallac-ı Mansur üzerine doktorasını yapmış bir kişi. Nurettin Topçu onlardan ders alıp Türkiye’ye gelmiş; ama kimse yok. Yazmaya başlamış sonra. Hedef olarak ikisi de Necip Fazıl da Nurettin Topçu da tasavvuf kanalından gelenler insanlar. Yüzeysel, el yordamıyla ne tuttularsa o zamanın şartına göre büyük işler yapan insanlar bunlar. Ve bizim şanssızlığımız bu. Bugün Türkiye gençliğinde her kesimde tasavvufçu bir yük ağırlığı vardır. Tasavvuf bizim kültürümüzdür. Ona sözüm yok. Ama bunu kültür olarak kabul etmiyor, halis din budur diyor. Ona intisap etmeyenlerde delalette görüyor. Hâlbuki yanlış, fevkalade yanlış.
Din adına konuşacak, Müslümanların problemlerini, duygu ve düşüncelerini topluma taşıyacak, gündeme getirecek kimse yok. İki kişi çıkıyor; biri Necip Fazıl diğeri Nurettin Topçu.
Türk Tasavvufu diye bir şey vardır.
“Türk tasavvufu” diye bir şey var mı?
Türk tasavvufu diye bir şey vardır. Daha yalındır ama tasavvuftur yani. Bu, felsefeleşmemiştir. Feylesofi hâline gelmemiştir. Yani züht ve takva, samimi dindarlık, aşk ve şevk şeklindeki tasavvuftur o. Henüz daha felsefeleşmemiştir. Bunu felsefeleştiren Muhyiddin İbnü’l Arabi’dir. Bundan önce Şehabettin Sühreverdi’dir. Bu kanallar artık Osmanlı’ya gelmiş hâkim olmuştur. Feylesofi yani henüz felsefe değil. Atış serbest: Makamlardan bahset, âlemlerden bahset, üçlerdir, yedilerdir, kırklardır, dünyayı kâinatı feda eden o mukaddes güç vs. nedir bunlar? Ne Kuran’da var ne hadislerde var. Eski kültürlerden gelmiş Hint mistisizminden, İran maniheizmi vs. İşte bu saydıklarım aslında hep bizim kültürümüzü oluşturmuş diyebiliriz. Ama bu söylediklerim din değil. Mitolojidir, efsanedir. Şimdi tasavvuf deyince sözde söylenmiyor.
Hocam şimdi konumuz için bir zemin oluşturmuş olduk. İslam coğrafyasında ciddi bir parçalanmışlık var. Günümüzde gençlere yön verecek fikir öncüleri eskiye nazaran yok denecek kadar az. Sizce bunun sebebi nedir?
Günümüzde aslında o kadar çok ki. İnsanımız su kaynağını gösterenin peşinden koşuyor. Ama bu koşuyu kayıtsız şartsız sorgulamadan yapıyor. Tabii şimdi halka sorsanız “Ah nerede o Osmanlı, o zamanın eğiticileri şimdi olsalar gençlik böyle mi olur.” derler.
Nitelikli insan niceliğin içinden çıkar
Hocam sormak istediğimiz; Siz mesela Necip Fazıl’ı tanımışsınız, Dursun Gürlek mesela Cemil Meriç ile tanışmış. Şimdiki gençlerimiz mesela İstanbul’a gitseler tanıyabilecekleri kimseler yok, sorumuzu bu bağlamda ele alırsak?
Açıkçası durduğumuz yerden öncelikle arkamıza yani dünümüze ve önümüze yani yarınımıza bakmalıyız. Osmanlı’da yüksek tahsil yapanların sayısı 2000-2500’ü geçmiyordu. 2500’ün içerisinden büyük zekâları dehâları çıkaramazsınız. Çünkü nitelikli insan niceliğin içerisinden çıkar. Bugün bakınız eğitim sürecinde olan gencimiz ilkokuldan üniversite son sınıfa kadar tahsil yapan nüfusumuz tam 24 milyon. Bu 24 milyon Avrupa’daki birçok devletin nüfusundan fazla. Avrupa’yı korkutan bu. Bunların içerisinden büyük dehâlar çıkacak, büyük zekâlar çıkacak, büyük sanatkârlar çıkacak, şairler mütefekkirler çıkacak, teknik adamları çıkacak, büyük devlet adamları çıkacak. Çünkü çıkmaması eşyanın tabiatına aykırı.
Mehmet Akif’in “Âsım’ın nesli” tanımlamasına ulaşabilecek miyiz sizce?
“Âsım’ın nesli” bir karakterdir. Şu an, yani günümüzde Mehmet Akif’in “Âsım’ın nesli” tanımlamasından çok çok öndeyiz. Bir örnek vereyim mesela. Ben imam hatip mezunu değilim, İslam enstitüsü veya ilahiyat mezunu da değilim. Medrese eğitimi gördüm. İmam hatip okullarının bu sene kuruluşunun 68. yılı olacak. İslam enstitülerinin ilahiyat fakültesine dönüşmesinin üzerinden 38 sene geçmiş olacak. Bu 38 sene zarfında bu nesil ne yaptı biliyor musunuz? Kalburüstü bütün bilinen tefsir külliyatını Türkçeye çevirdi. Bütün hadis külliyatını, kelam külliyatını, İslam felsefesini –ki buna ben de dâhilim- Türkçeye çevirdi. Farabiler, Gazzâliler, İbn Sina olmak üzere daha nice yazarlar nice eserler Türkçeye çevrildi.
“Âsım’ın nesli” bir karakterdir. Şu an, yani günümüzde Mehmet Akif’in “Âsım’ın nesli” tanımlamasından çok çok öndeyiz.
Bunu Osmanlı’da hiçbir kimse yapmamıştır. Ve yapamazlardı da. Çünkü felsefe bilmiyorlardı. Terminolojiyi bilmiyorlardı. Bunlardan hariç ayrıca diyanetin de öncülüğünde İslam Kurulu İslam Araştırmaları Merkezi 46 ciltlik bir İslam Ansiklopedisi vücuda getirdik. Bütün İslam milletlerini, tarihini, coğrafyasını, ilmini, sanatını, kültürünü, edebiyatını, yetiştirdiği ulemayı hepsini kapsayan derin mevzulara değinen 46 cilt. “Asım’ın nesli” 35 senede bunları yapmış. Soruyorum size irili ufaklı 57 tane İslam ülkesi var, hangisinde görülmüş bu denli çalışma. Hiçbir ülkede bu performans yok.
Bir de şuna değinmek istiyorum; İslam dünyasında bir parçalanmışlık söz konusu. En basitinden iftar saati, imsak vakti bile bir tartışma konusu olabiliyor. Bir konuda birleşemeyen Müslüman toplum görüyoruz. Siz bu konuyu nasıl değerlendirirsiniz?
Bırakın birleşmesinler. Yani bütün İslam dünyası namazı aynı saatte mi kılıyor? Hayır. Orucu da farklı dönemde, bayram da farklı dönemde öyle değil mi? Bakın Asr-ı Saadet’te Şam’dan bir kafile geliyor. İbni Abbas hazretleri “Şam’da oruca ne zaman başladınız?’ diyor. “Şu gün başladık.” diyorlar. O da “Biz sizden bir gün sonra niyet ettik, o zaman siz bizden bir gün önce bayram edeceksiniz.” diyor. İbni Abbas diyor bunu. Ashab bunu problem yapmıyorken bizler bunu problem hâline getirmeyelim.
“İstiklâl Marşı” ile tanışmanızı da anlatır mısınız?
Küçük yaşta gittim İstanbul’a. Hiç okul görmenmişim, sadece hocamdan ders almışım. İstiklâl Marşı’nı duydum ilkin. Sözleri çok hoşuma gitti. Her sözü beni derinden etkiledi. Medrese eğitimi aldığım için ezberlemek bana zor gelmiyordu. Önce İstiklâl Marşı’nı ezberledim. Daha sonra peyder pey Safahat’ı da ezberledim diyebilirim.
“Kaside-i Bürde” hakkında neler söylemek istersiniz?
Kasîde-i Bürde ile 1971 yılında tanıştım. İstanbul kütüphanelerinde bulunan 410 nüshasını tespit edip bunlardan Muhammed Bûsirî’nin vefat ettiği yüzyıl içinde istinsah edilen üç nüshayı karşılaştırarak, daha sıhhatli bir metin elde etmeye çalıştım ve bu sırada bu ünlü kasîdeyi Türkçeye tercüme ettim. Ayrıca Kasîde-i Bürde üzerine yazılan Arapça, Farsça ve Türkçe şerh, tahmis, tesdis, tesbi‘, ta‘şir ve nazireler ile 15. yüzyıldan itibaren bizim tarihimizde yapılan manzum tercümeleri konusunda, kaynakları ve kütüphane kataloglarını taramak suretiyle geniş bir araştırma yaptım. Kasîde-i Bürde üzerine yapılan bu çalışmaların sayısı 116’yı bulmaktadır. Yaptığım bu araştırma Arap Dili ve Edebiyatı Kürsüsünde benim mezuniyet tezim olarak kabul edildi. İslam milletlerinin kültür ve edebiyat tarihlerine baktığımızda 14. yüzyıldan itibaren her çağda bu kasîde üzerine yapılan çalışmaların geniş bir dini ve edebî literatür oluşturduğunu görürüz. Şairin rüyasında Hz. Peygamber’i (s.a.v.) görüp onun isteği üzerine huzurunda kasîdesini okuyarak peygamberî iltifata mazhar olması ve hırkasıyla (bürde) ödüllendirilmesi, kasîdenin büyük bir ün kazanmasına vesile olmuştur.
Muhammed Bûsirî Kasîdesine “el-Kevâkibü’d-dürriyye fî medh-i hayri’l-beriyye” adını verdiği hâlde yukarıda belirttiğimiz üzere rüyada Hz. Peygamber’in elinden aldığı hırka motifi öne çıkarılarak sonraki dönemlerde “Kasîdetü’l-Bürde” adıyla tanındığı gibi redif (revî) harfi “mim” olduğu için yani her beyit mim harfiyle bittiğinden “Kasîde-i Mîmiyye” diye de bilinir. Şu var ki 160 beyitten oluşan kasîdede şair, mim harfiyle biten 160 ayrı kelime kullanmak zorunda olduğundan, yer yer zorlanmakta ve anlamca ilgisiz kelimeleri beyte yerleştirirken şi‘riyetten ve lirizmden uzaklaşmaktadır. Kasîde-i Bürde, aruzun “basit” bahriyle yazılmış olduğundan Türkçe ve Farsça manzum tercüme ve tahmisleri de çoğunlukla bu bahirle ve mim redifi kullanılarak yazılmıştır. Böyle olunca özellikle Türkçe manzum tercümelerde mim’li kafiye bulma güçlüğü karşısında sanatkârlar, Türkçeden çok Arapça kelimeler kullanmak zorunda kalmışlardır. Doğal olarak bu da sun‘îliği beraberinde getiren ve şi‘riyetten uzaklaştıran bir unsur olmuştur.
İslam milletlerinin kültür ve edebiyat tarihlerine baktığımızda 14. yüzyıldan itibaren her çağda bu kasîde üzerine yapılan çalışmaların geniş bir dini ve edebî literatür oluşturduğunu görürüz.
Bir de sizin Kasîde-i Bürde’yi Türkçe Söyleyiş’iniz var. Bu konuyu da açabilir misiniz?
Ben hem merhum Bûsirî’nin hem de onu izleyen şairlerin düştüğü bu sıkıntıyı gördüğümden, Kasîde-i Bürde’yi Türkçe Söyleyiş adıyla yayımladığım çalışmada, arûzu değil hece veznini kullandım. Ayrıca sıradanlıktan uzaklaşmak amacıyla ilk üç beytin kendi arasında, son iki beytin de yine kendi arasındaki kafiye düzeniyle lirizmi sağlamaya çalıştım. Daha önce gerçekleştirilen Türkçe manzum tercümelerin kendi dönemlerinde elbette ki bir edebî değeri vardır. Ancak beyti beyitle tercüme etmenin, ayrıca aynı bahir ve redifle söylemenin getirdiği sıkıntılar, okuyucu açısından ortaya tatsız- tuzsuz, sun‘îlik kokan bir edebi ürün çıkarmıştır.
- Ben bu sıkıntıya düşmemek için Bûsirî’nin her beyitte dile getirmek istediğine bağlı kalmak yerine, sadece oradaki ana temayı alıp daha sonra onu geliştirip zenginleştirerek yeni baştan inşa ettim ki elbette bu tercümenin ötesinde bir şeydir.
Kasîdeyi yeni baştan inşa ederken amacım, sadece Efendimiz’in birey olarak şahsını yüceltmek değil, onun insanlık tarihinde bir benzerine daha rastlanmayan büyük devrimini, bu uğurda gösterdiği insanüstü sabır, metanet, dirayet, hikmet ve hilmini; örnek hayatından önemli kesitleri; bu arada mucizelerini ve özellikle Kur’an mucizesini, getirdiği dinin evrensel mesajını; İslam’ı yaymak için sevgili ashabıyla birlikte yürüttüğü cihat faaliyetini ve nihayet ona olan sonsuz sevgi, saygı, dua ve niyazlarımızı ortalama insanımızın rahatlıkla okuyup zevk alabileceği bir üslupla terennüm etmeye çalışmak idi. Beni görenler, konuşanlar çok beğendiklerini söylüyor. Bu da beni memnun ediyor.
Kuran’dan Esintiler desek hocam?
Mekkî surelerdeki dil ve üslup benim hep dikkatimi çekmişti. Hepsinin bir söyleyiş güzelliği, slogan gibi çarpıcı sesi vardı. Ben bu etkinin altında ve Kuran’ın anlaşılmasına bir nebze katkı sağlamak amacıyla Mekkî surelerin manzum mealini hazırladım. Kendi türünün ilk örneği olan bu çalışmamın Cenâb-I Hakk’ın rızasına muvâfık, O’nun rahmet ve mağfiretine vesile olması en büyük temenni ve niyazımızdır.
Son olarak İslami Edebiyatta Şaheserler adlı eserinizden bahseder misiniz?
İslami Edebiyatta Şaheserler Kültür Bakanlığından çıkan bir eserim. Bu geniş bir eser; Arap edebiyatında, İran edebiyatında, Türk edebiyatında, Kürt edebiyatında ve Urdu edebiyatındaki kalburüstü şairlerini aldım. Bu şairlerin kasidelerini, gazellerini, şiirlerini, rubidir, murabbadır vb. ele alarak bunları Türkçeye çevirdim. Önce tercümelerini verdim, arkasından şiirleştirdim. Şiiri düz yazıya çevirdiğinizde tatsız tuzsuz oluyor. O ahenk, Arapça kelimeler falan kaybolup gidiyor çeviri yapınca.
Bir de üzerine nesir şeklinde yazınca şiirden eser kalmıyor. İşte ben de bu yüzden çevirileri yaparken önce eserin aslını veriyorum peşi sıra kendi çevirimi bugünün gencinin lezzet alabilip anlayabileceği bir kıvama getirmeye çalışıyorum. Böylelikle hem anlasın hem de şiirin ruhuna dokunsun. İslami Edebiyatta Şaheserler böyle bir çalışmam.