Malayani toplumu

ÖZKAN GÖZEL
Abone Ol

İçinde yaşadığımız Malayani Çağı’nın biz çağdaşlara yaptığı asıl fenalık şu belki de: Biz ilgimizi celbe matuf onca ayartıcı mevzu arasında kendimizle ilgilenmeye bir türlü fırsat bulamıyoruz, sonuç olarak da kendimizi unutma talihsizliğine uğruyoruz.

Bizler –yansız bir adlandırmayla– “Teknoloji Çağı” nı idrak ediyoruz hâlihazırda. Hayatlarımızın büyük bir bölümü teknolojiyle dolayımlanıyor suni bir şekilde. Heidegger (ö. 1976) “Atom Çağı” dediği bu zaman dilimini bazen menfi bir nitelemeye başvurarak “Teknolojik Nihilizm Çağı” olarak da adlandırmıştır. Peki, nedir teknolojiye içkin bu nihilizm? Her şeyin ve bu arada insanın da işletime amade bir el-altında-duran (Bestand) yani bir nevi nesne haline gelmesidir burada asıl mevzu. Teknolojiye içkin bu nihilizmde insan kendi elinden çıkma şeyler yüzünden Varlık’la bağını yavaş yavaş koparıyor, ona bigâne ya da yabancı hale geliyor. Keza teknoloji insanın emrindeki basit bir araç olmaktan çıkıyor, Varlık ile insan arasında, giderek de insan ile insan arasında bir ayraca dönüşüyor.

İnsan dışı alanlar bir yana, insan insana ilişkilere teknolojik çerçevelemenin (Ge-stell) şu kesif mi kesif gölgesi düşüyor bu çağda, teknolojinin tarassutuna, giderek de tasallutuna uğruyor hayatımızın hemen her alanı. Bir sunilik rejimidir ki Varlık ile aramıza dolayım üstüne dolayım sokuyor, öyle ki sağırlaşıyoruz Varlık’a. Heidegger burada Varlık (Sein) diyor ısrarla, gelin biz zaman zaman da olsa Fıtrat ya da Hilkat diyelim ona. Tekno-loji (ya da tekno-bilim) insanı Fıtrat’a, dolayısıyla kendi kendine yabancılaştırıyor çoğu durumda. Uzayda koloniler kuran teknoloji yeni tarzda bir ikameti mi vaat ediyor bize yoksa ikametin bizzat anlamını tahribe mi yelteniyor? Mühim bir soru bu. Kendine mahsus mantık ve işleyişiyle sosyalliğimize de nüfuz ediyor, onu kuşatıyor ve dönüştürüyor teknoloji.

Üzerimize ne türden etkiler saldığını/ salacağını pek de hesap etmeden teknolojik düzeneklere kaptırıyoruz zihnimizi, gönlümüzü. Her önümüze gelen yeniliğe atlıyoruz tuhaf bir merak ve iştihanın itkisiyle. Teknoloji bizi çocuklaştırıyor. Sosyal medya da daha dün denebilecek bir tarihte derinden derine sokuluverdi hayatımıza. İmdi bu fenomen (sunduğu onca imkân ve kolaylıklara rağmen, daha doğrusu tam da bu imkan ve kolaylıklar yoluyla) sohbet dediğimiz şu kadim olayın bizzat manasına bir kast ediş olarak okunmalı. İnternette sörf yapıyor, fıldır fıldır dünyayı dolaşıyoruz, öte yandan yüzyüze ilişkiler ve bu ilişkilere içkin ünsiyet ve muhabbet çekiliyor yavaş yavaş hayatımızdan.

Yanımızdaki yöremizdeki şahıslarla hemhâlliği unuttuk keza arşınlarken dünyayı sanal âlemde.

Yanımızdaki yöremizdeki şahıslarla hemhâlliği unuttuk keza arşınlarken dünyayı sanal âlemde. Sosyal medyanın bize bilhassa dikkat çekici görünen şu üç karakteristiğini hızlıca sıralamalıyız burada: Bir, oyun ve oyalanma esasına dayanması; iki, teşhir ve dikizleme mantığına, dolayısıyla mahremiyetin alenileştirilmesi ve ortadan kaldırılması esasına yaslanması üç, malayaniden beslenip onu yaygınlaştırması ve kalıcı hâle getirmesi. Bu üç madde sonuncuda toplanabilir pekâlâ: Sosyal medya insanı mütemadiyen teşhirle (görünme ve gösterme), keza dikizlemeyle (bakış ve gözetleme) eğlenip oyalanır halde tutmasıyla malayani kültürünü başat kültür katına çıkarıyor.

Sosyal medya mahremiyeti alenileştirip ortadan kaldırıyor hakeza: Hemen her şey tüketici bir iştihayla tözünden boşaltılıp gizeminden ediliyor ve bu surette şeffaflaştırılıp dolaşıma sokuluyor bu sanal ortamda. Peki, ama nedir bu malayani deyip durduğumuz şey? Bu kavram, insanı ilgilendirmemesi icap eden “boş, faydasız ya da fuzuli” fiil ve şeylere işaret ediyor tam da. Malayani, belli bir maksada mebni olmaksızın, iş olsun diye, lâf olsun, zaman geçsin, vakit dolsun diye yapılan “boş konuşmalar” ve “yararsız işler”dir haddizatında. Bu kavram aklımıza ilk olarak Heidegger’in gündelik hayat analizinde başvurduğu Gerede (lakırdı) kavramını getiriyor.

Bununla birlikte malayani Gerede’den daha kapsamlıdır hiç kuşkusuz. İçinde yaşadığımız işbu Malayani Çağı’nın biz çağdaşlara yaptığı asıl fenalık şu belki de: Biz ilgimizi celbe matuf onca ayartıcı mevzu arasında kendimizle ilgilenmeye, kendimize ihtimam göstermeye bir türlü fırsat bulamıyoruz, sonuç olarak da kendimizi unutma talihsizliğine uğruyoruz. Oysa (zaman zaman da olsa) malayaniye yol açan ortamları (media) terk ederek kendimizle başa başa kalmaya çalışmalı değil miyiz?

Bugün yanımız yöremiz buldukları hemen her fırsatta karşı konulamaz bir saikle ‘akıllı’ telefonlarına yumulan insanlarla dolu. “Dünya”da olup biten şeylerle çok ilgili onlar! Telefonlarının şarjı bitti mi onlar da bitiyorlar! Malum, “dünya” ile bağları kopmuş oluyor o zaman! Kendileriyle baş başa kalmak –aman Allah’ım ne feci!– ürkütüyor onları. Onların derdi kendilerini unutmak aslında! Bunu da sosyal medya üstelik en âlâ şekilde sağlıyor onlara.