Madrid’de bir sabahçı kahvesinde

ADNAN ÖZER
Abone Ol

Ruben Dario, "Siz, gecenin kalbine kulak verenler" diyordu bir şiirinde. Şiir çevirisinin de ilhama muhtaç olduğunu düşünmeye başladım o saat.

Banklara kaykılmış, uykuya dalmadan önce son lakırdıları yaparken bir polis –belinde copuyla- salonda belirdi. Hayra alamet olmamalıydı. Değilmiş nitekim; salonu kapatacakmış, son beş dakikamız varmış. Az bir parayla varmıştık Madrid’e. Sabahtı. Cordoba’dan trenle gelmiştik. Ertesi gün öğleye doğru uçuşumuz vardı, biz iki şiir gezgini dönecektik artık İstanbul’a... Paramıza göre şu son günümüzü iyi değerlendirmiştik doğrusu; Prado müzesini ziyaret etmiştik –Atacho’dan, Paseo Prado üzerinden Cibeles, oradan da Gran Via’ya, yürü ha yürü. O gün yemek olarak birer kocaman sandviç ekmek arası domates-kaşar yediğimizi hatırlıyorum, fakir gezginlerin tek öğünü, onu da biz hazırladık (İspanya’da domates ve kaşarın sandviçte bir araya gelemediği o korkunç gerçekle daha ilk gün tanışmıştık), üniversitenin önündeki büyük parkta çimene bağdaş kuruşumuz da aklımda kaldı... Gecelemek için tekrar tren garına dönmüştük; Haydarpaşa’dan aklımda kalmış, böyle büyük tren garlarında sabahlanır. Ona bakarsanız pansiyona dahi verecek paramız yoktu.

Beş dakika an gibi geçti. Kapağı bu salona atarken ardımızdan bakan soğuk, şimdi daha azmış olmalıydı. Hasan’ın aklına geldi: "Şu polise sorsana bir, buralarda bir sabahçı kahvesi var mıdır...?" (Hasan dediğim, Hasan Öztoprak. Babası Draman’da yıllar yılı kahve işletmiştir.) Varmış! Hem de garın bitişiğinde! "Tehlikeli midir?" diye sorduğumda, "Şansınız varsa sabaha sağ çıkarsınız," demişti. Bizimle kafa buluyordu zahir. Yine de ürkmedik değil. Kahve dediğimiz bir "kafe-bar"dı. Uzun tezgâhının sonuna doğru mahcup iliştik. Mahcupluğumuz, "Tarzan" halimizden; bizi havaalanına götürecek otobüs bileti parası bir kenarda dursun, birer kahve içecek paramız kalmış. Sigaralarımız da sayılı. Kahveleri söylemekte nazlanıyoruz, sabaha çok var.

Gece yarısını bulduk, kimse bize kötü bakmıyor, hatta tezgâhın ardındaki bitirim barmenin sevecen bir bakışını da yakalamıştık, hafif bir baş eğme hareketiyle o bakış, "dalganıza bakın (güvendesiniz)" anlamına gelir, dünyanın bütün şehir gibi şehirlerinde, öyle ince bir harekettir ki bir milim aşağısında anlam değişir; "kafana göre" olur, bir milim daha aşağısı: "bunlar bendendir" (ısmarladım gitti). Böyle yerler adeta "optik tiyatrolar", dil beden uyumunun ve o dansların en harikasının sergilendiği sahnelerdir. Şiirin en küçük bir insanlık birimine indirgenmesi mi yoksa...?! İspanyolcanın bir Madrid varyantının olmaması düşünülemez zaten; ondan bir şeyler yakalamaya çalışıyorum, şehrin konuşmasını -fonetik, ritmik ve de melodik özellikleriyle- en iyi karakterize eden tipler burada olsa gerek... Şiire gelince, onun dili gündelik konuşma dilinden kaynaklanır, elhak, lâkin şair onu dönüştürür... Böyle böyle düşünürken gecenin çobanları da damlamaya başladılar, katalogdan çıkmışçasına.

İşte biri: Turkuvaza çalan yeşilden ipek gömlekli, siyah takım –ağlar dediğimizden- elbiseli, boynunda altın zincir. Önüne şiş kebap geldi, billah, lâkin tikeler (parçalar) burada daha büyük. "Gece işçisi" iki kadınla kendi halinde ortam adamı diyebileceğimiz biri hararetle sohbet ediyorlar. Aha şu, bir macarras (argoda acıbadem kurabiyesi diyelim). Kol saatini tutarak, severek bir şeyler anlatıyor, este peluca* (bu peruk) Daha ne tipler... Gece yarısını geçtik. Avcumun içinde Ruben Dario’nun bir kısa şiiri; Un día estaba yo triste, muy tristemente / viendo cómo caía el agua de una fuente diye başlayan. Kâğıt peçeteye yazmıştım, kalın ve oldukça pahalı bir dergiden kopyalama. Çaktırmadan ezberlemeye çalışıyorum, bir duayı ezberler gibi. "İlk iki dize Allah’tan" derler ya, ilham geldi ve Türkçe okumaya başladım:

  • Bir gün hüzün dolmuş akıyordum ben
  • su misali bir çeşmeden.

İlham, fonetik, ritmik ve melodik özellikler olarak gelmişti; gecenin kalbinden bütünleşmiş ılık bir akış gibi. Geri kalanını da o akışla çevirdim, eve dönünce. Ruben Dario da "Siz, gecenin kalbine kulak verenler" diyordu başka bir şiirinde. Şiir çevirisinin de ilhama muhtaç olduğunu düşünmeye başladım o saat. 1992 yılı başlarıydı. Kimi pasaportlarda tahdit (yasaklama) kalkmıştı. 12 yıl aradan sonra bir pasaportum vardı artık. Küba’ya gidecek para nerde...? Hiç olmazsa İspanya... Hasan, charter biletleri ayarlamıştı. Bir Endülüs ve Garcia Lorca gezisi yapacaktık.

Anlattıklarım, o yılın Nisan sonu-Mayıs başı bir haftalık İspanya gezisinin son gününden.

  • Hüzünle Derin Hüzünle
  • Bir gün hüzün dolmuş akıyordum ben
  • su misali bir çeşmeden.
  • Tatlıydı gece, Arjantinliydi. Ağlıyordu.
  • İçini çekiyor. Hıçkırıyordu.
  • Ve şafak, kuvars rengi donukluğu
  • gizemli bir sanatçının gözyaşıyla buğulu..
  • Bendim o sanatçı, sırrı içine gömülü,
  • çeşmenin suyu dolanırken gönlümü.
  • Ruben Dario

*) Peluca: Madrid argosunda "kol saati". Çok sonra öğrendim. A.Ö.