Limon ağaçları
Burası sıradan bir bekçi kulübesi değildi, aynı zamanda birilerinin eviydi. Kışın ayazındaburada yaşayan biri vardı demek. Bir an hayalimde, gecenin en karanlık vakti, kedilerkayalıkların dibindeki yuvalarına çekilmiş, martılar güvenli yerlere uçmuşken; dalgalarkabarmış ve denizden esen rüzgâr uğuldayarak ince prefabrik duvarları döverken, buküçücük kulübede yorganına sarılıp uyumaya çalışan biri canlanıverdi.
Suadiye Sahili’nin müzmin sakinleri martılar ve kediler, şubat ayından beklenmeyecek kadar yumuşak havanın tadını çıkarıyorlardı. Denizin üzerine belli belirsiz bir gün ışığı vuruyor, hüzünlü ağaçların çıplak dalları akşam rüzgârının etkisiyle hafiften sallanıyordu.
Plaj, yazları kuşandığı şenlikli kalabalığı yitirmiş kış mevsiminin terk edilmişliği içinde ıssız bir diyara dönüşmüştü. Geçmiş yazdan geriye kül rengi, uçuk bir hayal kalmıştı sadece. Büfe kapalı, raflar bomboştu. Az ötede güneşlik olarak kullanılan yıpranmış mavi bir muşamba parçası bağlı olduğu boyaları dökülmüş paslı direğin ucunda sallanarak haziranı bekliyordu.
Büfenin önündeki beton zemin, esen rüzgârla ve kışın hoyratlığıyla yıpranmış ve kumla örtülmüştü. Birkaç basamakla yürüyüş yolundan, sahile inebiliyordunuz. Kumsalda bir sürü martı toplanmıştı. Sanki bir konu üzerine konuşuyorlardı. Dünyanın ahvalini gözden geçiriyorlardı belki. Belki de denizaşırı ülkelerden konukları gelmişti, birbirlerine insanların korkunç hikâyelerini anlatmış, şimdi de diyecek bir şey bulamadıkları için susmuşlardı. Ürkütmemek ve onları bir araya toplayan önemli mevzuyu örselememek için diğer tarafa yürümeye karar verdim. Rüzgârın taşıdığı iyotlu deniz kokusunu ciğerlerime çekerek bekçi kulübesinin bulunduğu köşeye yöneldim.
Belki de denizaşırı ülkelerden konukları gelmişti, birbirlerine insanların korkunç hikâyelerini anlatmış, şimdi de diyecek bir şey bulamadıkları için susmuşlardı.
Tam oraya varmıştım ki orada birisinin yaz kış yaşadığına dair ipuçları ile karşılaştım. Kulübenin penceresi bir tül perdeyle örtülüydü. İnce tülün ardından bir yatak ve bir ızgara ısıtıcı rahatlıkla seçiliyordu. Köşedeki rafın üstünde küçük çelik bir tencere, bir su şişesi, eski bir çalar saat ve el feneri yan yana dizilmişti. Perdenin hemen ardında, pencere kenarında ise neredeyse bitmek üzere olan bir limon kolonyası duruyordu. Bu küçük kulübeyi hayretle incelerken hemen bitişiğindeki tellerle çevrili küçük bahçeye nazarımı çevirince daha da arttı şaşkınlığım. Martılar ve kediler dışında bir sakini daha varmış bu sahilin, diye geçirdim içimden, meraklı gözlerle tellerin ardındaki, iki büyük saksının olduğu minik bahçeye bakarken. Büyükçe iki saksı içindeki iki fidan ve bir plastik sandalye zar zor sığmıştı bu küçük bahçeye. Neredeyse başka hiçbir şey için yer yoktu.
Burası sıradan bir bekçi kulübesi değildi, aynı zamanda birilerinin eviydi. Kışın ayazında burada yaşayan biri vardı demek. Bir an hayalimde, gecenin en karanlık vakti, kediler kayalıkların dibindeki yuvalarına çekilmiş, martılar güvenli yerlere uçmuşken; dalgalar kabarmış ve denizden esen rüzgâr uğuldayarak ince prefabrik duvarları döverken, bu küçücük kulübede yorganına sarılıp uyumaya çalışan biri canlanıverdi.
Tekrar pencerenin önüne döndüm. İçeriden gözlerimi alamıyordum. Daha iyi görebilmek için bir iki adım daha yaklaştım. Neredeyse burnum cama değecekti ki bir an içerde birinin bana baktığını fark ettim. Neredeyse kalbim duracaktı o an. Bir iki adım geri sıçradım. Neyse ki son anda o kişinin camdaki yansımamdan başkası olmadığını fark ettim. Hayretim biraz yatışınca, içimi bir mahcubiyet kapladı. Aslında farkında olmadan birinin evini dikizlediğimin ayırdına varıp, hemen oradan uzaklaştım. Yürüyüş yoluna çıkan merdivenleri adımlarken buradan defalarca geçmiş olmama rağmen bir kere bile dikkatimi çekmeyen bu kirli beyaz kulübeye kaçamak bir bakış daha attım.
Acaba kim yaşıyordu orada, denizin kabarıp rüzgârın coştuğu soğuk kış gecelerinde, dalgalar denizin dibindeki koskoca kayaları kaldırıp da sahile fırlatırken neler hissediyordu o kişi acaba. Kulübe tek kişi ancak yaşayabilirdi. Kimsesiz biriydi belli ki.
- Suadiye Sahili’nin derin düşüncelere müsait soğuk kasvetinde bu soruların cevabını bulmak için Plaj duvarının köşesine oturmuştum ki, tellerle çevrili minik bahçeye eğilmiş bakan yaşlı bir kadın çarptı gözüme.
Üstündeki eski ve kendine büyük gelen kabanının kolları öyle uzundu ki elleri görünmüyordu. Bu haliyle garip bir pengueni andırıyordu. Ufak tefek, tıknaz bir kadındı. Saçları sarıydı ama neredeyse aylardır boyanmamış olacaktı ki dipleri bembeyazdı. Hemen yanında da içinde birkaç ıvır zıvırın olduğu bir market arabası duruyordu.
Derken hızlı adımlarla yürüyüş yapan bir kadın belirdi. Boynuna kara bir atkıyı sarmış sarmalamış, kapkara yün örgü bir bereyi de kaşlarına kadar indirmişti. Yüzü görünmeyen bu kadın ivedi hareketlerle son hız yürüyordu. Penguen montlu kadın arkasından birinin geçtiğini hissedince önce garip bir ışıltıyla bahçeye dikili gözlerini kadına çevirip konuştu.
‘’Abla bak limonlarımı gördün mü?’’
Atkı ve bereyle sıkı sıkıya sarmalanmış olan kadından boğuk kuru bir ses duyuldu.
‘’Evet.’’
‘’Ben bunları çekirdekten yetiştirdim, istersen sen de yetiştirebilirsin,’’ diye seslendi hızla uzaklaşan kadının ardından.
Başını bile çevirmeden söylenivermiş kuru bir “evet”i kucağımıza bırakıp uzaklaşmıştı öteki.
Biraz önce o küçük bahçede gördüğüm iki fide geldi birden gözümün önüne. İçim cız etti o an. Havada asılı kalmış o güzel kelimler yere düşüp parçalanıverdi. O iki limon fidesine şöyle bir baksaydı ne olurdu sanki.
Kara berelinin ilgisizliğinden doğan o ıssız boşluğu doldurmak isteği kapladı içimi. İhtiyar kadının yanına gidip, ‘’O limon ağaçlarını nasıl yetiştirdiniz? Çekirdekleri hangi mevsimde ektiniz? Bana anlatır mısınız? Gelin beraber izleyelim bu sanatı ilahiyi,” demek istedim.
Kara bereli geçip gitmişti çoktan. Şimdi sadece o ve ben vardık bu güz akşamının batmaya yüz tutmuş güneşinin altında. Bir cesaret yanına gitmek için ayağa kalktım. Hala limon ağaçlarıyla ilgileniyor, onlarla konuşuyordu. O kadar kendi dünyasına dalmıştı ki, bu anı bozmak istemedim. Tekrar yerime oturdum.
- Kadın bir süre daha gururla bahçesine baktıktan sonra market arabasını da önüne katıp önümden geçip gitti. Ve gözden kayboldu.
Yürüyüş yolunun öte tarafındaki meşe ağaçlarının ardından yükselen Ragıp Paşa Köşkü’nün hayaletimsi siluetine takıldı gözüm. Sonra tekrar prefabrik kulübeye çevirdim bakışlarımı. Demek o yaşlı kadının eviydi burası. İşte şu küçük kulübede yatıyor işte şu küçük bahçesinde demleniyordu. Ve bir gün herkes gibi ölüp gidecekti. Sessizce. Ve biz her gün bu yoldan geçenler farkına bile varmayacaktık belki de.
O terk-i dünya ettikten sonra bu iki limon ağacına ne olacaktı peki? Kim su verecekti onlara, kim konuşacaktı onlarla? Usul usul bakımsızlıktan soluşlarını hayal ettim. Bir süre daha o duvarın üzerinde oturup kül rengi günü seyrettim sonra kalkıp yürüdüm. Limon ağaçlarından önce gün solmuştu bile.