Kur'ân'ı yerinde okumak (II)

MUHAMMED YAZICI
Abone Ol

Kur'an'ın ilk ve özgün formu hitaptır. Hitabın olduğu yerde muhatap olmak zorundadır. Kur'an hitap-muhatap diyalektiği içinde nazil olmuştur. Hatta bu, Kur'an'ı kendinden önceki ilahî kitaplardan ayıran en müstesna özelliğidir.

Hilafeti döneminde Hz. Ali'den ayrılıp isyan başlatan Harûriler (Haricîler) "Hüküm ancak Allah'a mahsustur." ayetini sloganları hâline getirirler. Hz. Ali, bu sözü duyduğunda topluluğa verdiği cevapla aynı zamanda Kur'an'ı anlamanın önemli bir kıstasını vaz etmiştir. Şöyle der Halife-i Ru-i Zemin; "Bâtılın kastedildiği hak bir söz."

İslam toplumunda çok büyük hercümerçlerin olduğu bir dönemdi o yıllar. Bir önceki halife şehit edilmiş ve Darü'l-İslam'ın dört bir yanında isyan ve ayaklanmalar baş göstermişti. Böyle bir dönemde ilk kopmaların az önce aktardığımız tarzda Kur'an ayetlerinin refere edilerek gerçekleşmesi, üzerinde durulması gereken tarihi bir gerçeği mimliyor. Hz. Ali'ye, Medine'deki ve sonra Küfe'deki meşru merkezi yönetime başkaldıran grupların tamamı, varlık zeminini Kur'an üzerine inşa etmişlerdi. Bu durum sadece epistemolojik zeminde değil, fizikî olarak da gerçekleşiyordu. Kur'an sayfaları mızrakların ucuna takılıyor, savaşın seyrinin değişmesine sebep oluyordu. Hz. Ali ile isyancılar arasında geçen o diyaloğun sembolik bir anlamı var. Dönemin bütün muhalif grupları Kur'an referansıyla hareket ediyor ve Hz. Ali gibi vahyin ilk gününden son inen ayete kadar İslam'ın hemen her aşamasına şahit olmuş birinin sanki Kur'an'ın karşısında tavır almış gibi kendilerini savunmak zorunda olduklarını görüyoruz.

Bir tarafta Kur'an'ın "O bedevi Araplar iman ettik derler. De ki: Siz iman etmediniz. Siz boyun eğdiniz. İman henüz kalbinize girmiş değil." dediği nevzuhur çöl anarşistleri, diğer yanda ilk günden itibaren bütün ayetleri en sıcak hâliyle bizzat Hz. Peygamber'in (as) ağzından ilk defa dinlemiş olan İslam'ın ilk mensupları… Manzara ibretlik olduğu kadar ironik de. Burada asıl üstünde durulması gereken nokta, başta Haricî anarşistler olmak üzere o dönemde isyan eden bütün grupların İslam'a baş kaldırırken kullandıkları metot ve argümanlar. O dönemde isyan eden irili ufaklı hiçbir hizip direkt Kur'an'ı ve Kur'an'ın emrettiği nizamı inkâr veya ret ederek hareket etmemişlerdir. Bütün itiraz ve isyanları Kur'an ayetlerini inkâr yoluyla değil, ayetlerin anlamlarını konularından saptırarak gerçekleşmiştir. Bu durum çoğu zaman ayetlerin iniş sebeplerinden ve şartlarından saptırılarak gerçekleştiği gibi kimi zaman da ayetlere konular uydurularak vaki olmuştur.

Yakın dönemden bir misal daha. Sahih rivayette Yusuf b. Mâhik'ten nakledilir: Muaviye'nin Medine Valisi Mervan, babasından sonra kendisine biat edilsin diye hutbede Yezid b. Muaviye'den bahseder. Bu sırada Hz. Ebubekir'in oğlu Abdurrahman itiraz sesini yükseltir. Mervan kendisinin yakalanmasını emreder, fakat Abdurrahman hızlıca Hz. Aişe'nin evine girdiği için yakalayamazlar. Burada Mervan, Ahkâf suresi 17. ayette "Anne babasına, 'Yeter be!' diyen kimse" şeklinde bahsedilen kişinin Abdurrahman olduğunu söyler. Hz. Aişe derhâl perdenin arkasından düzeltmede bulunur: "Allah -benim masumiyetim dışında- Kur'an'da ailemiz hakkında bir şey indirmemiştir."

HİTAP - MUHATAP DİYALEKTİĞİ

Bir önceki Haricî örneği, ayetleri konularından saptırma yoluyla Kur'an'ı tahrif etmenin en ileri boyutta gerçekleşmiş örneğini teşkil eder. Bu hadise, iki tarafın birbirleriyle savaşmalarına sebep olmuştur. Fakat Kur'an'ı konusundan saptırma dediğimiz tahrif tarzı, -bu uç örnekte olduğu gibi- her zaman kötü niyetle ve Kur'an'ı inkâr etmeyi gizlemenin bir yolu olarak gerçekleşmemiştir. Kimi zaman -hatta çoğu kere- ayetlerin nüzulüne şahitlik etmemişlik de böyle bir sonuca sebep olmuştur.

Şunu en baştan ifade etmek gerekir: Kur'an'ın ilk ve özgün formu hitaptır. Hitabın olduğu yerde muhatap olmak zorundadır. Kur'an hitap-muhatap diyalektiği içinde nazil olmuştur. Hatta bu, Kur'an'ı kendinden önceki ilahî kitaplardan ayıran en müstesna özelliğidir. Önceki peygamberlere kitap bir seferde nazil olmasına rağmen, Kur'an peyderpey ve değişen şartların ihtiyacı nisbetinde indirilmiştir. Fakat daha sonraları Kur'an ayetleri sayfalara nakşedilip kitap hâlini alınca hitap ile muhatap birbirinden kopmuş oldu. Bu durumda hitabın ilk muhatapları olan sahabeler vahyin canlı şahitleri olarak hitabın anlamını ortaya koyma gibi bir misyonun doğal temsilcileri oldular. Özellikle Kur'an'ın nüzulüne şahit olan sahabilerin ilk dönemlerde ayetleri tefsir ederken iniş sebepleri ve indiği zaman aralığının özelliklerini vurgulamalarından anlıyoruz ki Kur'an'ın anlaşılmasının önündeki en büyük engel, ayetlerin nüzulüne sebep olan bağlamından kopmasıdır.

Kur'an'ın ilk muhatabı olan sahabe için böyle bir durum söz konusu değildi. Sahabe Kur'an'ı doğal yollarla anlıyordu. İlk muhatapların Kur'an'la ilişkilerinde "anlamak" bir problem değildi. Kur'an'ı anlamak için herhangi zihinsel bir çabaya ihtiyaç duymadıklarından dolayı, Kur'an onlar için hiçbir zaman bilgi ve yorum nesnesi olmadı. Daha sonra Kur'an'la muhatapları arasına yorum girdi. Yani artık "anlamak" dediğimiz durum, "yorum" vasıtasıyla gerçekleşmeye başladı. İşin içine yorum girince "anlam" nesnelliğini kaybetti. Bu durumda yapılan yorumun anlamı aksettirme iddiası, dil ve semantik açıdan ayetlerin tahlile tabi tutulmasını zorunlu kıldı. Böylelikle anlam, dil kurallarının dar sınırları içine hapsoldu. O kadar ki ayetler irap durumlarına göre birbirinden farklı anlamların medarı hâline geldi. İşte bu durum, hemen her şey için Kur'an ayetlerini kullanılabilir hâle getirdi. Ayetler, dil kuralları kullanılarak ilk nazil oldukları anlam dünyasıyla hiçbir alâkası olmayacak konulara uyarlandı.

Sahabenin tam da böyle bir dönemde kilit rolü olduğunu görüyoruz. Ashab, nazil olan ayetlerin bizzat şahitleri oldukları için sonraki dönemlerde anlam merkezli sapmaların önüne geçmişlerdir. Hz. Aişe'nin yeğeni Urve b. Zübeyr ile aralarında geçen Safa ve Merve'de sa'y yapma ile ilgili diyalog bunun en bariz göstergesidir. "Safâ ile Merve Allah'ın nişânelerindendir; dolayısıyla hac veya umre yaparak Beytullah'ı ziyaret eden bir kimsenin bu yerleri tavaf etmesinde kendisi için bir günah yoktur." ayetinin zahirine bakan Urve buradan Safa ile Merve'de sa'y etmenin gerekli bir şey olmadığı, yapanın da sorumlu tutulmayacağı sonucunu çıkarmıştı. Oysa bu ibadet, hac ve umrenin önemli bir parçasıydı. Hz. Aişe onun yorumunu duyduğunda "Yeğenim, ne kötü şey söyledin!" diyerek karşı çıkmış ve ayetin ensardan Müslümanlar hakkında nazil olduğunu söylemişti.

Buna göre ensar cahiliye döneminde Mekke ve Medine arasındaki Müşellel mevkiinde bulunan Menât tapınağında tehlil ve tazim getirir, bunu yapanlar ayrıca Safa ve Merve'yi tavaf etmede zorlanırlardı. Müslüman olduklarında durumu Hz. Peygamber'e sordular ve bu ayet nazil oldu. Diğer bir rivayette cahiliye döneminde Safa tepesinde İsâf ve Nâile putları bulunur, insanlar burada tavaf ederken putlara tazim gösterirlerdi. Müslüman olduklarında Safa ve Merve'yi tavaf etmenin eskisi gibi oradaki putları tazim anlamına gelebileceğinden korktular. Bunun üzerine ilgili ayet nazil oldu.

Bir ayet, zamanmekân- muhatap gibi metni çevreleyen dış bağlamlardan koparıldıktan sonra anlam tahrifine çok daha müsait hâle gelir.

SURENİN MEVZUSU

Burada Hıbrü'l-ümme (Ümmetin âlimi) ve Tercümânü'l-Kur'ân unvanlarıyla bilinen Abdullah b. Abbas'ı anmak gerekiyor. Onun gibi küçük yaştan itibaren ilimle iştigal eden sahabilerin ayetlerin tefsiri için hayati ehemmiyete sahip bir konumda oldukları ayrıca malumdur. Hz. Ömer önemli kararlar alacağı zaman istişare ettiği, çoğu büyük sahabilerden oluşan bir heyeti vardı. Halife bu toplantılara İbn Abbas'ı da sokuyordu. Heyetteki üyeler halifeye "Bizim de çocuklarımız var fakat burası devletin en üst karar meclisidir. Böyle bir yere henüz yaşı kemale ermemiş gençlerin girmesi doğru değildir." şeklinde itirazda bulununca Hz. Ömer neden böyle bir şey yaptığını şu şekilde ifade ediyor: Meclise dönerek "Nasr suresi hakkında ne düşünürsünüz?" diye bir soru yöneltir. İlgili ayetlerin meali şöyledir: "Allah'ın yardımı gelip fetih gerçekleştiğinde; insanların akın akın Allah'ın dinine girdiğini gördüğünde; Rabbine hamdederek şanının yüceliğini dile getir ve O'ndan af dile; şüphesiz O, tövbeleri çok kabul edendir."

Oradakilerden bazıları "Rabbimiz bize bu surede çokça tesbih etmemizi emreder." diyor, bazıları da surenin Allah'ın yardımının ve fethinin geldiğini müjdelediğini söyler. Herkes surenin muhtevasına dair benzer yorumlar yapar. Bunun üzerine Hz. Ömer İbn Abbas'a dönerek "Ne dersin Ey Abdullah, bu sure ne anlatıyor bize?" deyince İbn Abbas: "Nasr suresi, Allah Resulünün vefatının yaklaştığını haber verir." diyor. Bunun üzerine Hz. Ömer, meclistekilere dönerek "İşte şimdi anladınız mı Abdullah neden burada?" der. İbn Abbas bu hadisede olduğu gibi birçok konuda benzer tefsirler yaparak ayetleri yanlış anlaşılmaktan korumuştur. Fakat burada çok daha önemli bir husus var; meclisteki sahabilerin surenin anlamına dair verdikleri cevapların hiçbiri yanlış değil, hepsi surenin iç muhtevasıyla örtüşen doğru bilgilerdi. Buna rağmen Hz. Ömer bu cevapların surenin gerçek anlamını ortaya çıkarmada yeterli olmadığını, bunun için metnin dış bağlam bilgisine ihtiyaç olduğunu söylemiş oluyor âdeta.

Ayetin nazil olduğu zamana veya genel olarak Kur'an'ın nüzul döneminin şartlarına şahit olmamaktan kaynaklı anlama problemine dair bir diğer çarpıcı örnekte yine İbn Abbas'ın çok önemli bir rol oynadığını görüyoruz. Buharî ve Müslim, Humeyd b. Abdurrahman'dan rivayet ediyor: Medine Valisi Mervan b. Hakem muhafızlarından birine dedi ki: "Ey Râfi', İbn Abbas'a git ve de ki: Eğer yaptığıyla sevinen ve yapmadığıyla övünmek hoşuna giden herkes azap görecekse, hepimiz azaba uğrayacağız." Bu sözle Mervan şu ayeti karıştırmış ve zahirdeki umumî manasına göre anlamıştı: "Sanma ki yaptıklarından memnun olanlar, yapmadıklarıyla övülmekten hoşlananlar, evet, sanma ki onlar azaptan kurtulacaklardır! Onlar için elem verici bir azap vardır." İbn Abbas kendisine şu cevabı vermiştir: "Bu ayetle sizin ne ilginiz var? O ehl-i kitap hakkında nazil olmuştur." Ardından (bu ayetin bir öncesindeki) şu ayeti okur: "Allah, kendilerine kitap verilenlerden, "Onu insanlara mutlaka açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz" diye sağlam söz almıştı. Ama onlar bunu kulak ardı edip kitabı az bir dünyalıkla değiştiler. Karşılığında aldıkları ne kadar da değersiz!" İbn Abbas hemen sonrasında ayetin nüzul sebebini açıklamıştır. Buna göre Allah Resülü (as) ehl-i kitaba bir şey sormuş, onlar gerçeği gizleyerek farklı cevap vermişler ve yaptıklarından ötürü sevinmişlerdi.

Ayetin metin dışı bağlamını bilmemekten kaynaklı yanlış anlamaya bir diğer örnek yine Hz. Ömer'in şahitliğiyle gerçekleşmiştir. Bir kadının erkek kölesiyle cinsî birliktelik yaşadığı haberi Hz. Ömer'e ulaşınca halife kadına neden böyle bir şey yaptığını sorar. Kadın "Onlar ki iffetlerini korurlar. Sadece eşleriyle veya ellerinin altında olanlarla yetinirler. Bundan dolayı da kınanacak değillerdir. ayetini delil gösterir. "Ayette 'Ellerinin altında olanlar' diye geçiyor. Bu durumun erkeklere mahsus olduğunu gösteren (erkek köle değil de cariyenin kastedildiğine dair) ekstra bir delil yok" der kadın. "Ben bu ayetteki 'ellerinin altındaki' cümlesinin anlam genişliğine dayanarak bu evliliği yaptım." Hz. Ömer, bu cevap üzerine istişare heyetine sorar. Büyük sahabiler kadına recm cezası verilmemesi gerektiğini, çünkü burada bir ayeti yanlış yorumlamaktan kaynaklı bir hatanın olduğunu söylerler.

Hz. Ömer kadını recmetmez. O dönemde böylesi bir hükmü birinin bilmemesi çok anlaşılabilir bir durum değildir. Fakat Hz. Ömer'in -sahabilerin çoğunun da işaret ettiği şekliyle hareket edip- had uygulamaması, en azından zahirî açıdan kadının doğru söylediğini kabul etmesi anlamına geliyor. Bu durumda zahire bakarak şunu ifade etmemiz gerekir: Bir ayet, zaman-mekân-muhatap gibi metni çevreleyen dış bağlamlardan koparıldıktan sonra anlam tahrifine çok daha müsait hâle gelir. Özellikle bu son örnekte ayetin anlaşılmasında, indiği dönemin toplumsal yaşam normları ve Kur'an'ın hangi hükmü ne kadar değiştirdiği gibi dış etkenlerin etkin olduğu da ayrıca göz önünde bulundurulmalıdır.

Verdiğimiz örnekler daha ilk dönemlerden itibaren nüzul ortamını bilmemenin ayeti yanlış anlamaya ya da hiç anlamamaya yol açtığını gösteriyor. Gerek kötü niyetle gerekse bilgi eksikliğinden kaynaklı olsun, ayetlerin iniş sebepleri ve genel olarak Kur'an'ın nazil olduğu sosyo-kültürel ortamı bilmenin "anlamın keşfi"ndeki yeri tartışılmazdır. Kuranı yerinde ve zamanında okumak anlamın keşfi için yegâne yoldur.