Kur’an’ı yerinde okumak
İndirildiği dönemde Kur'an'ın; ister mümin, ister münkir, isterse münafık olsun, hiçbir muhatabı Kur'an'la bir anlam ve yorum ilişkisi içinde olmamıştır. O gün Kur'an'la kurdukları ilişki kabul ya da ret ilişkisidir. İnkâr eden de iman eden de bilerek ve anlayarak iman etmiştir.
Zulüm, bir şeyi yerinden etmektir. Çünkü "yer""şey"e dâhildir. Bir şeyin mahiyetini oluşturan yegâne unsur yeridir. Bu yüzden bir şeyi yerinden etmek hem şeye hem yere zulümdür. Bir kelimeyi yerinden etmek anlamı yok eder. Çünkü kelime, yerinde anlam bulur. Bir sözü yerinden etmek, gerçeği yok eder. Çünkü bir söz, yerine mutabık olduğu müddetçe doğru olur. Mantık ilminin temel konularından biri de önermeler mantığıdır (tasdikât). Bir önermenin yapısı üç şeyden oluşur:
A) Konusu (Mevzu-özne-üzerine hükmedilen)
B) Yüklem (Mahmül-hükmün kendisi)
C) Bağ (Nisbet-alaka)
Önerme; hüküm bildiren bir sözdür ki, onu söyleyene "Bu söz doğrudur ya da yanlıştır." demek doğru olur . Mesela "Hava açıktır." dediğimizde hava için bir hüküm vermiş oluruz. Bu cümlede "hava" "açık" hükmünün mevzusu olur. Bu hükmü yerinden edip başka bir şeye uyarladığımızda anlam bambaşka bir hâl alır. Mesela ilk önermedeki "açık" hükmünü mevzusundan ayırıp başka bir mevzuya hamlettiğimizde bir önceki yerinde kazandığı anlamı da değişir. Örneğin, "Kapı açıktır." cümlesindeki "açık" hükmü, "Hava açıktır." cümlesindeki "açık"tan farklıdır. Aynı kelime başka bir anlam ifade eder. Mevzusu değişince mahmulün mahiyeti de değişir. Çünkü mahmûl, mevzuya tâbidir. Önermeyi (tasdikât) meydana getiren kelimelerde de (tasavvurât) durum aynıdır. Bir kelime mevzusunu kaybettiğinde anlamını kaybeder. Çünkü bir kelimenin anlamı onun mevzusudur. Lafız, bir manaya konulduğunda kelime olur. Ağızdan ses yoluyla çıkan her şey lafızdır. Dolayısıyla yerini bulamamış kelimeye lafız denir. Lafız, bir manaya vaz edildiğinde yani bir mevzusu olduğunda kelime olur.
Anlam dediğimiz şey, "mevzu"dan başka bir şey değildir. Kur'an, İsrailoğullar'nın Tevrat'ı tahriflerinden bahsederken "Onlar kelimeleri yerlerinden ettiler." buyurur. Kelimenin tahrifi, vazedildiği anlamdan koparılmasıdır. Ayette geçen "mevazi" kelimesi, mevzunun çoğuludur. İlahî beyan, İsrailoğullarının kendilerine indirilen kitabı kelimeleri mevzularından saptırarak tahrif ettiklerini haber veriyor. Var olan bir şey ontolojik açıdan üç hâlde bulunur: Hariçte, tasavvurda (zihin) ve dilde. Bir şeyin tasavvurdaki ve dildeki varlığı, hariçteki varlığına mutabık olduğu nispette doğruluğundan söz edilebilir. Mantık ilmi zihni hatadan, vazı' ilmi ise anlamı tahriften korur. Bu iki ilmin gayesi, varlığın hariçteki hâlinin zihin ve dildeki yansımalarını en doğru şekilde sağlamaktır. Bir söz vakaya mutabık olduğunda hak söz olur. Bir hüküm, vakayla örtüştüğünde doğru olur. Bu iki varlık alanındaki sapmalar mevzunun kaybolmasıyla gerçekleşir. Kelime, yerini kaybettiğinde anlamını kaybederken hariçteki varlığına olan mutabakatını da kaybeder. Aynı şekilde Bir cümle yerinden edildiğinde hariçteki varlığıyla ilişkisi biter. Bundan dolayı hakikat bir şeyi yerine koymak, zulüm ise bir şeyi yerinden etmektir.
Önermenin mahmulünü oluşturan hüküm kısmı mevzusuna yani konusuna bağlı olduğu gibi önermenin kendisi de konusuna göre konum alır. Bir cümlenin konusu, konumunu da belirler. Söz, sarf edildiği konuya göre anlam kazanır. Yukarıda verdiğimiz misal üzerinden gidersek; hava durumuna göre hareket etmeyi planlayan birine "hava açık" sözünün anlamı, bir pilotun kabin anonsu içinde söylediği "hava açık" sözünden farklıdır. Bu sözün sarf edilişine sebep olan konuların farklılığı, sözün konumunu da farklı kılar. Birincisi "hüküm belirtme" anlamı taşırken, ikincisi bir durum hakkında "bildirimde bulunma" anlamı taşır.
Bir cümle yerinden edildiğinde hariçteki varlığıyla ilişkisi biter. Bundan dolayı hakikat bir şeyi yerine koymak, zulüm ise bir şeyi yerinden etmektir.
AYETE KONU UYDURMAK
Bir gün Hz. Ömer, İbn Abbas'ı yanına çağırarak şunu sorar: "Bir ümmet nasıl ihtilafa düşer? Hâlbuki peygamberleri, kitapları ve kıbleleri birdir." Bunun üzerine İbn Abbas şu cevabı verir: "Ey müminlerin Emiri, biz Kur'an'ın hangi durumda ve kimler hakkında nazil olduğunu bildiğimiz için ihtilaf etmezdik. Şimdilerde insanlar, ayetlerin nazil olduğu konuları bilmedikleri için onlara yanlış anlamlar yükleyerek ihtilafa düşüyorlar." Kur'an-ı Kerîm'in doğru anlaşılması ve yorumlanması, inzalinden bugüne bir "mesele" olma özelliğini hep korumuştur. İnzal edildiği dönemin şartlarının değişimine paralel olarak anlama ve yorumlama tartışmaları hiçbir dönemde güncelliğini kaybetmedi. Nazil olduğu dönemden uzaklaştıkça bu tartışmaların hem niteliği değişmiş hem de çok daha derin tefrikaların medarı hâline gelmiştir. Asr-ı saadette bu problem, Kur'an'ın mübelliği ve muallimi olan Efendimiz (as) tarafından kolay bir şekilde çözüme kavuşturulduğu hâlde -nadir de olsa- sahabe arasında anlama problemi mevcuttu.
Hayattayken ortaya çıkan Kur'an merkezli soru(n)ların Efendimiz (as) tarafından çözüme kavuşturulma imkânı yok olunca, vefatının ardından ortaya çıkan yeni hadiseler karşısında sahabe Kur'an'ın anlamı ve tefsiri konusunda birbirlerinden farklı kanaat ve görüşlere sahip olmuşlardır. Mesela, daha mübarek naaşı defnedilmeden bir peygamberin ölüp ölmeyeceği meselesi gündeme gelmiş ve Hz. Ebubekir, konuyu bir ayetle istişhat ederek çözüme kavuşturmuştur. Daha sonraları amelî ve itikadî alanda teşekkül eden mezheplerin işbu sahabe ihtilaflarına dayandığı malûmdur. Sözün burasında vahyin nüzulüne adım adım şahit olmuş sahabenin ihtilafının sonrakilerin ihtilafından çok farklı olduğunu söylemek gerek. Yukarıdaki örnekte olduğu gibi onların Kur'an merkezli ihtilafları, bir kısım sahabenin ayeti bir anlık unutmalarına veya konuyla ilgili Efendimizin (as) bir sözüne şahit olmamalarına bağlı ihtilaflardır. Daha sonraları vahyin nüzulüne şahit olmayan şahısların ihtilafı ise ayetleri nüzul dünyasından kopararak olur olmadık yerde delil getirme şeklinde gerçekleşmiştir. İbn Abbas'ın ifade ettiği gibi sahabe neslinden sonra anlama ve yorumlamaya dayalı ihtilafların birçoğu, ilk olarak ayetlerin konularından saptırılmasıyla gerçekleşmiştir. Her grup, ayetleri nazil oldukları konularından saptırarak kendi ihtiyaçlarına uygun bir vaziyette tefsir etmiştir. İlk sapmaların, ayetleri konularından kopararak Kur'an'ı kendi dünyasının dışına çıkarma şeklinde vâki olduğunu görüyoruz.
Tarihteki en büyük sapma örneklerinden biri olan Haricîliğin ortaya çıkışı ve varlık zemini böyle bir gerçeğe dayanır. Hz. Ali'ye isyan eden bu grup Allah'tan (cc) başka hiç kimsenin hiçbir konuda hakem kılınamayacağını iddia ederek bambaşka bir bağlamda nazil olmuş ve istidlal ettikleri konuyla neredeyse hiçbir bağı kurulamayacak ayetleri, lafızcı ve genelleştirici bir yorumla Müslümanlarla savaşmanın delili saymışlardır. En tipik örneğini Haricîlik oluştursa da tarih, Kur'an'ı nazil olduğu dönemin şartlarını göz ardı edip salt dilsel bir metin gibi okuyarak, ayetleri nazil oldukları konularla neredeyse hiç alakası olmayan mevzulara delil kılan fırkalarla doludur. Mezhepler tarihi, neredeyse bu medar etrafında teşekkül etmiştir.
İbn Abbas'ın sözünün ilk kısmı ayrıca çok önemli bir gerçeği ortaya koyuyor: Kur'an'ın ilk muhataplarının bir anlama problemi mevcut değildi. Nazil olduğu dönemde ne sahabenin ne de Kur'an'ın muhatabı olan müşrik ve münafıkların herhangi bir ayeti anlama problemi yaşadığına dair bir bilgi yoktur. Sahur vaktini belirten ayetlerle ilgili bir sahabenin yaşadığı ufak bir anlam problemi dışında günümüze ulaşmış, hele hele problem olacak seviyede bir anlama veya yanlış yorumlama sorunu gösterilemez. Bu durumun haykırdığı gerçek şudur: Kur'an'ın ister mümin ister münkir isterse münafık olsun, hiçbir muhatabı Kur'an'la bir anlam ve yorum ilişkisi içinde olmamıştır. O gün Kur'an'la kurdukları ilişki kabul ya da ret ilişkisidir. İnkâr eden de iman eden de bilerek ve anlayarak iman etmiştir. Çünkü Kur'an'ın ilk muhatapları sonrakiler gibi iki kapak arasında yazan bir metne değil, vahyin bizzat kendisine muhatap olmuşlardır. Kur'an'ın diyolojik yapısının arka planında bu hitap-muhatap ilişkisi yatar.
Gelin görün ki vahiy mushaflaştıktan sonra bu diyaloğun diğer kısmı dışarıda kalınca anlama ve yorumlama problemi baş gösterdi. Metinleşme sürecinden sonra, nazil olduğu konular metnin dışında yer alınca ayetler, soruları mahzuf cevaplara döndü. Bu durumda, ayetleri metin açısından herhangi bir değişikliğe uğratmadan onlara konular izafe edilmeye başlanmıştır. Kur'an'ın nazil olduğu dönemden ve şartlarından uzaklaştıkça hâliyle yeni yeni meseleler ortaya çıkmış ve taraflar bu mevzulara Kur'an'dan ayetlerle deliller getirmişlerdir. Bu durumda her grup ihtilafa sebep olan meseleye işaret edecek bir ayet bulmak için mushafı didik didik ederek kendi görüşünü haklı çıkarmanın derdine düşmüştür. İstidlal edilen ayetler, en ufak lafzî bir değişiklik gerçekleşmeden nazil olduğu konudan koparılarak indiği bağlam ve buna bağlı olan anlamından bambaşka bir yere savrulmuştur. Bir anlamda ayetlere konu uydurarak "anlam" yok edilmiştir.
"Ayetlere konu uydurma" şeklinde ifade ettiğimiz durum, Haricîlik örneğinde olduğu gibi her zaman art niyetle gerçekleşmemiş, bazı zamanlarda da iyi niyetle yapılmıştır. Konuyla ilgili örnekler ileriki yazılarda bol bol zikredilecektir. Burada birkaç misali vermekle yetinelim. Bir savaş esnasında savunma pozisyonuna geçilmesi gerektiğini ifade eden biri "Kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın." ayetini görüşüne delil kılınca, hadiseye şahit olan sahabi Halid b. Zeyd (Ebu Eyyüb el-Ensarî) hemen müdahale etmiş ve ayetin burada zikredildiği bağlamdan çok farklı bir ortamda nazil olduğunu söyleyerek şahsı uyarmıştır. Halid b. Zeyd, ayetin nüzulüne sebep olan bağlamı şu şekilde ifade ediyor: Bizler Mekke fethinden sonra "Artık İslam egemen oldu, uzun zamandır ihmâl ettiğimiz kişisel işlerimize dönebiliriz. Ailemizle, ticaretimizle meşgul olmamıza engel bir durum yok." diye düşünmeye başlamıştık. Bu ayet işte böyle bir münasebetle nazil oldu. Dolayısıyla ayette bahsedilen tehlike aile ve malla birlikte geride kalıp cihadı terk etmektir.
Görüldüğü gibi ayet cihada teşvik eden anlama gelecek bir bağlama sahipken konusundan koparıldığında tam ters bir anlam ifade eder olmuştur. Halid b. Zeyd, vahyin nazil olduğu şartları ve ayetin nazil olduğu bağlamı bildiği için meseleye müdahale etmiş ve yanlış yorumlamanın önüne geçmiştir. Onun bu tavrı, İbn Abbas'ın sözünü ispat eder niteliktedir.
Yukarıdaki örnek ayetin sebeb-i nüzulünü bilmemekten kaynaklı yanlış anlamaya bir örnek. Diğer bir örneğini Hz. Ömer ile Kudâme b. Mez'ûn arasında geçen diyalogda görüyoruz: Halife Hz. Ömer, hakkında içki içip sarhoş olduğu iddiası bulunan Bahreyn Valisi Kudâme b. Mez'ûn'a "Sana sopa cezası uygulayacağım" deyince Kudâme, "İçmiş olsam bile bunu yapamazsın" diye yanıtlıyor; "Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurur: "İman edip sâlih amel işleyenlere, takvaya yöneldikleri ve imanlarını korudukları sürece daha önce yiyip içtiklerinden ötürü bir günah yoktur." Hz. Ömer bunun üzerine "Tevilde hata ettin ey Kudâme, eğer takvaya yönelseydin Allah'ın haram kıldıklarından uzak dururdun." demiştir. Diğer rivayette Hz. Ömer orada bulunanların Kudâme'ye cevap vermesini istemiş, bunun üzerine İbn Abbas, "Bahsettiğin ayetler içki haram kılınmadan önce onu içtiği süreçte vefat eden önceki Müslümanların mazur olduklarını bildirmek için nazil olmuştur" şeklinde Kudâme'nin yanlış anlayışını tashih etmiştir. Nüzûl sebeplerini bilmemek dışında Arap dilinin üslup inceliklerinden ya da o dönem Araplarının örf ve âdetlerinden haberdar olmamak, ayetleri bütüncül okumamak gibi faktörler de ayetleri yanlış anlamaya yol açmaktadır.
Bu şekilde sîret sürecinin şahidi olmayan sonraki nesil, gerek iyi niyetle gerekse Kur'an'ı siyasî emellerinin referansı hâline dönüştürmek için hemen her konuyla alakalı Kur'an'dan bir delil getirmiş ve tâbir yerindeyse her meselede bir şekilde Kur'an'ı konuşturmaya çalışmışlardır. Kur'an yerinden edilerek hem Kur'an'a hem istintak edilen konuya hem de Kur'an'ın inananlarına zulmedilmiştir. Zulüm, bir şeyi yerinden etmektir. Eğer bu şey, Kur'an'ı Kerim ise yeryüzünde işlenmiş en büyük zulümle karşı karşıyayız demektir.