Küçük hikâye; büyük yönetmen Ahmet Uluçay
Sinemadan anlayan ve Dostoyevski okuduğunu söyleyenlerce ‘köylü yönetmen’ diye anılmaya daha bu yıllarda maruz kaldı. Ama o Metin Erksan’ın Kuyu’suyla sinemaya yönelmişti ve ‘Kuyudan Çıkan Yönetmen’i daha çok tutuyordu.
I. Akira Kurusowa’ydı. Hem film çekiyor hem de başka bir işte, bir yemcide hamal olarak çalışıyordu.
Dersu Uzala’nın yönetmeninden farkı, babası sayesinde değil, babasına rağmen sinemada ısrar etmesiydi.
1954 Aralık’ında Kütahya’da bir köyde doğdu, hayatı boyunca orada yaşadı. Resim yaptı. Şiir yazdı. Sinemayla 1960’da köylerine gelen gezici sinema sayesinde tanıştı. Âşık olduğu resmin ‘gımıldadığını’ görmesi hayatının bütün yönünü belirleyecekti.
II. Nuri Bilge Ceylan değildi. Gerçeğe değil, kendi gerçeğine inanıyordu.Sinemasında metafizik her yerdeydi.
Her söyleşisinde sinemaya birlikte başladığı yol arkadaşlarını muhakkak anarken, Nuri Bilge, Kasaba filminde birlikte çalıştığı Uluçay’ın adını bile jenerikte anmamıştı.
İlk kısa filmi Optik Düşler’i 1992 yılında Almanya’da yaşayan bir gurbetçiden aldıkları VHS kamerayla çekti. Filmlerini ilk kez 1996’da Ankara Uluslararası Film Festivali’ne çıkardı.
12 yaşındayken arkadaşı İsmail’le birlikte sinema makinası yapmaya soyundu. Başardı da. Üç yıllık çabanın ardından köydekilere sinema göstermeye başladı. Elinde kötü bir kamerası vardı, olmasaydı onu da yapacaktı. Yıllar sonra ‘Lumiere Kardeşler erken davrandı, yoksa sinemayı da biz icat ederdik’ diyecekti.
III. Zeki Demirkubuz değildi. Dostoyevski’yi gerçekten biliyordu.
İlk kısa filmi Optik Düşler’i 1992 yılında Almanya’da yaşayan bir gurbetçiden aldıkları VHS kamerayla çekti. Filmlerini ilk kez 1996’da Ankara Uluslararası Film Festivali’ne çıkardı. Sinemadan anlayan ve Dostoyevski okuduğunu söyleyenlerce ‘köylü yönetmen’ diye anılmaya daha bu yıllarda maruz kaldı. Ama o Metin Erksan’ın Kuyu’suyla sinemaya yönelmişti ve ‘Kuyudan Çıkan Yönetmen’i daha çok tutuyordu. Sadece okuyor ve sadece film düşünüyordu. Necip Fazıl’ı seviyor, Dostoyevski’yi ezbere biliyordu. “Hayat beni ezip büzmek istedi ama izin vermedim” dedi.
IV. Ken Loach’tı. Endüstrinin parlata parlata inşa ettiği kalıpların dışına çıkmayı göze aldı. Ödüllerle ilişkisi de öyleydi. O da bir çocuğun gözünden bakabildi dünyaya.
‘Benim bütün hayatım çocukluğuma yakılmış bir ağıttır’ diyordu. Sineması da öyleydi. İlk uzun metraj filmi Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak’ı da bir imparatorluk genişliğindeki çocukluğundan esinle çekti. Türkiye ve yurt dışından onlarca ödül aldı. İstanbul Uluslararası Film Festivali’nde En İyi Türk Filmi ödülünü aldı. Peşisıra San Sebastian ve Montpellier’den ödüllerle döndü. Ama hayatı boyunca ödüllere pek aldırmadı. Emeğinin boşa gitmediğini görmesi ona yetti. “Meşhur olmaya neden heveslenmediniz sorusuna”, “Ben kendi içimde zaten meşhurum” diye yanıt verdi.
V. David Lynch değildi. Onun gibi ressam olsa da yine de değildi. Yokluk içinde sinema yaptı.
Babası başta olmak üzere çevresindeki herkesten aynı cümleleri işitti. ‘Sinemanın peşinde bütün hayatını heba etti.’ Kamyonculuk, kooperatifçilik, tavukçuluk yaptı. Eline geçirdiğini sinemaya getirdi. Sırtında yem çuvalları, elinde kamerayla mücadelesini sürdürdü… İlk ödülünde sinema tutkusu yüzünden sefalete sürüklediği eşine vefasını gösterdi:
- “Bu filmi eşim Ayşe’ye adamıştım. Ödülü de onun adına alıyorum. Ben sinema yapmak için onu buradaki birçok insanın tanımadığı bir yoksulluğun içine ittim. O benim her şeyime katlandı. Asıl büyük yönetmen o.”
VI. Tarkovski’ydi. Sadece sinemayla değil daha pek çok sanatla anlatmak istedi söyleyeceklerini. Sadece birkaç filmiyle kendi sinema dilini inşa etmeyi başardı.
Bir süre Tavşanlı Gazetesi’nde köşe yazarlığı yaptı. Arkadaşı Şerif Uslu ile birlikte tek sayılık Türkümüz dergisini çıkardı. Küller ve Kemikler adında bir roman yazdı. Kuzey Masalı isimli bir romanı da aklında dolaştırıyordu. Antalya Film Festivali’nden kazandığı ödülü, evinin salonuna koydu. “Gelenlere ayıp olmasın” diyerek salonda duran o çıplak kadın figürlü heykelciğe elbise diken bir anneye sahipti. “Tek desteği ondan gördüm” dedi.
VII. Sam Raimi, James Cameron ya da Gora Verbinski değildi. Sinema için önce paraya ihtiyaç olmadığını fark etmiş ve bunu tüm dünyaya göstermişti.
‘Para yok, imkân yok’ diyen bugünün yönetmenlerinden değildi. “Bazı konularda benim yakınmam gerekirken, çıkıp başkalarının, hakları olmadığı halde yakınmasına çok kızıyorum. Bir derdiniz varsa, ölürsünüz de gene çekersiniz. Gider banka soyar; filminizi çekersiniz. Benim söyleyecek bir derdim var” diyordu. “Hiçbir alanda kötü bir iş yapmadım. Vallahi bir kamyon kullanırdım görenler hayran kalırdı. Kamyonun egzost sesiyle şiirler yazardım” dedi.
VIII. Sidney Lumet’ti. Hayatı boyunca hiç ‘öyleymiş’ gibi yapmadı. Kendi gibi olmayı, kendi gibi kalmayı başardı. Derin bir eleştiriydi kendi çağına. O da tıpkı Lumet gibi çağını sevmedi.
Daha kafasında pek çok proje olmasına karşın son otobiyografik projesini tamamlayamadı.
2007 yılında çekimlerine başladığı Bozkırda Deniz Kabuğu filmi, önce sağlık sorunları sebebiyle sonra beynindeki tümör dolayısıyla kaldırıldığı hastanede 20 Kasım 2009’da gerçekleşen vefatıyla yarıda kaldı. Türkiye, onu daha çok vefatıyla tanıdı. Kafasında Türk sineması için yepyeni imkânlar sunabilecek projeleriyle ebedi âleme intikal etti.