Korku filmlerinin cazibesinin sırrı
Bir süvari, ıssız ormanda ilerlemektedir. Atının solukları dans eden hayaletler gibi göğe yükselirken soğuk gecede; ağaç dalları, gökten vuran loş ışıkta, cadıların kuru ve kemikli elleri gibi görünmektedir.
Yolcu, atın toynaklarının toprakta çıkardığı kof ses eşliğinde yol alırken, birden çalılar hışırdar. Adam, atını durdurup etrafı kolaçan eder. Her şey karanlık bir bilinmezlikle kefenlenmiştir. O bulutlu gecede bir karaltı çalılıklardan fırlayıp ağaçların arasına dalar. Yolcunun kalbi hızla çarpar. Neden sonra gözleri uzaklaşan ceylanı seçer. Tam derin bir nefes alacakken, gök gürler, yıldırımlarla aydınlanır ortalık. Ve yolun sonunda, misafirini bekleyen harabe, kanatlarını açmış devasa bir ejderha gibi tüm görkemiyle gözler önüne serilir. Huzursuzca şahlanırken at, ayın ışığı demir mahmuzlarda şavkır.
Filmin bu sahnesinde içimizi ürpertiyle birlikte garip bir haz sarar. Gayriihtiyari yanımızdakine sokuluruz. Kaslarımız gerilmiş, gözlerimiz kocaman açılmıştır. Karanlıktan gelebilecek her türlü tehlikeye karşı tetikteyizdir. Yıldırımın aydınlattığı muazzam yapı ile büyülenmişizdir. Tekinsizlik kol gezmektedir. Her şey, en ufak bir hışırtı bile yolcu için -dolayısıyla bizim için- bir tehdittir.
Neden korku filmi izleriz ki korkacağımızı bile bile? Peki ya, bedenimiz yay gibi gerilmişken içimizi kaplayan o keyif de ne? Geçmişin harabelerinde, ıssız mezarlıklarda neyi arıyoruz? Zamanın eski yapılarda bıraktığı izler, üzerlerini kaplayan yabani otlar bize neyi hatırlatmaktaki bu kadar çekici?
Şu kesin ki bilinmeyene duyulan meraktan daha fazlası yatar bu tuhaf tutkunun ardında. İngiliz düşünür Edmund Burke, Yüce ve Güzel Kavramının Kaynağı Hakkında Bir Soruşturma adlı eserinde, yukarıdaki soruları ‘’yüce’’ kavramı ile açıklar.
Burke, kendini korumayla ilgili duyguların, acı ve tehlikeye dayandığını, bunların nedenleri bizi doğrudan etkiliyorsa bu tutkuların yalnızca acı verici olduğunu; ama ortada acı tehlike tehdidi olmadığı halde, biz herhangi bir şeyden acı ve tehlike fikrini ediniyorsak da, işte o zaman bu tutkuların keyif verici olduğunu söyler. Bu keyfe neden olan şeye de ‘’yüce’’ adını verir.
Mesela fırtınalı bir denizde dev dalgalarla boğuşan bir gemide bulunmak, insana sadece saf bir korku verir. Oysa, yüksek bir tepeden aynı denizin kıyılarını döven dev dalgaları seyrediyorsak, içimizi ürpertiyle karışık tatlı bir keyif sarar. Ve tüm bu hissettiklerimiz o an orada tecelli eden haşyet, haşmet, azamet ve yüceliğin neticesidir.
Burke, yüce kavramını güzellik kavramının karşısına yerleştirir. Bu bakış, İslâm inancında yaratıcının iki temel sıfatı olan, Cemâl ve Celâl isimlerinin varlıklar üzerindeki zuhurunun temaşasının insan üzerindeki etkilerini hatırlatır.
Celâl eserlerin üstündeki haşmet ve azamete işaret eder. Cemâl ise sanattaki ihsan, ikram ve ayrıca estetik güzelliklere ve hoşluklara işaret eder. Cemal sıfatının tecellileri, O’nun sonsuz güzelliğine ve şefkatine işaret etmek için vardır.
Celâl ve cemâl isimleri, diğer bütün isimlerin bir çeşit kaynağı gibidir. Celâl’den, celâl silsilesi tecelli eder. Edmund Burke’ün yüce olarak nitelendirdiği her şeyin kaynağı bu isimdir. Cemâl’den ise güzellik silsilesi tecelli eder. Her bir âlemde, havf ve recâ, kahır ve lütuf, azap ve sevap gibi pek çok ayrıntı yüce ve güzelin tecellisinin teselsülüdür.
Yüceliğin insan üzerindeki tecellisi insana ağır gelir ve sarsıcıdır. Celâl ismi aynı zamanda, kahhar, müntakim, azamet, haysiyet gibi isim ve sıfatları da temsil etmektedir. Cehennem, sayılan bu sıfatların tecelli açısından dorukta olduğu mekândır. Yani, Celâl isminin şahıslaştığı ve ortaya çıktığı en dehşetli yerdir.
Yüce kavramı, her zaman sanatın tüm kollarında betimlenmiştir. Ama tek amacı ‘’korkutmak’’ olan başlı başına bir tür hâline gelmesinin aydınlanma döneminde olması hiç de tesadüf değildir. Aydınlanma dönemi ile temelleri atılan maddeci seküler dünyanın gideremediği mutlak yüceliğe, azamete duyulan açlık; dehşetengiz olanın, bilinmeyen ve bâtıl ile işbirliği yapmasına neden olmuş ve bize korku edebiyatının kapılarını açmıştır. Kanımca, modern toplumun narsist insanı, yüceliği kendine atfetmeye başladığından beri korku filmleri ile kendini aşan bir yücelik ihtiyacını gizliden gizliye gideriyor. Bedeninde ve zihninde oluşan sentetik gerilimle fıtri olarak ihtiyaç duyduğu haşyet duygusunu bir derece karşılıyor.
Korku filmlerinin insana cazip gelmesinin altında yatan haşyetin cazibesidir. Bundandır ki, korku dolu bir sahneyi izlerken, yüceliği hissetmenin verdiği dehşetli hazla sarsılırız. Zira dehşetin ensemizde hissetmediğimiz sürece her zaman keyif veren bir tutku olmasının sebebi de budur: Yaratıcının âlemde tecelli eden yüceliğini temaşa etmenin verdiği hazla sarsılmak.
Yüceliğin zuhuruna duyulan hayranlığın giderek çarpıklaşan tezahürü, korkuyu bir endüstriye; hayal gücünü ise cehennemî ve cennetvari sahte melekût âlemleri kurgulayan, her dönemin kendine has korku ve kaygılarını sembolik ve mitik varlıklar üreterek işleyen bir fabrikaya dönüştürdü. Her dönemin kendine has korku ve kaygılarını sembolik ve mitik varlıklar üreterek işliyor. Vampirler, yürüyen ölüler, kurt adamlar, kibirli ve etik değerleri hiçe sayan bilim adamlarının insanlığın başına açtığı belalar, uzaydan gelen yaratıklar ve daha niceleri korkularımızın sahte melekût biçimleri olarak popüler kültürümüzün vazgeçilmezleri hâline geldi.
Korku endüstrisi, modern insanın, mahkeme-i kübrâ ihtiyacına da işaret ediyor. Sahte bir ilahi adalet temsili ile toplumsal ve kişisel yaraları sarıyor. Bir arınma işlevi görüyor. Stephen King, ‘’Biz de hayatımızda bir deus ex machina olsun istemez miydik?’’ diye soruyor Yazma Sanatı adlı kitabında, bir gerilim ya da korku romanında okuyucuyu cezbeden şeyin ne olduğunu soranlara. ‘’Evet işler yeterince karıştığında gökten inecek bir ilahi adalet, herkesin hayatında ihtiyaç duyduğu şeydir.’’ diyerek de korku edebiyatının insanı tavlayan sırrını açıklıyor.