Komşuna ve kardeşine yaptığını hatırla: Saklı

GÜLSENA AFRA ERSAN
Abone Ol

Saklı filmi, 2005 yılında, Avusturyalı yönetmen Haneke tarafından çekildi. Hikâye, Fransız aydın-burjuva bir ailenin ekseninde gelişiyor. Georges, başarılı bir televizyon programcısı, bir entelektüel. Karısı Anna, Fransa’da prestijli bir yayınevinde çalışıyor ve bir de Pierrot adında çocukları var. Dışarıdan bakıldığında sorunsuz, gayet dingin görünen bir hayata sahipler. Gelgelelim bu aileye biraz mercek tuttuğumuzda, hiç de öyle olmadığını görüyoruz.

Filmin açılış sahnesi, bu ‘sorunsuz’ ailenin yaşadığı evin dışarıdan uzun uzadıya izlenilmesiyle başlıyor.

Filmin açılış sahnesi, bu ‘sorunsuz’ ailenin yaşadığı evin dışarıdan uzun uzadıya izlenilmesiyle başlıyor. ‘Hiçbir şey yok gibi ama sanki bir sorun da varmış gibi’ hissine çarpıyoruz. Hayatları gayet seyrinde devam eden bu ailenin huzuru, kendilerinin gizlice çekilmiş görüntülerini isimsiz birinin onlara postalamasıyla ‘bozuluyor’. Filmde duygusal katılaşmaya, bireyselleşmenin getirdiği katı yalnızlığa, suçun inkarına, içsel reddedişe sıklıkla rastlıyoruz. Bununla beraber ‘küçük yaşamlarındaki bu pürüzün’ onlarda oluşturduğu aile içi sorgulamayı da izliyoruz.

Film akıcı üslubu; çarpıcı sekanslarıyla, batı kültüründeki benmerkezci yapının sarsıcılığını çıplak şekilde gösteriyor. Haneke’nin gözünden bir mikro soykırım öyküsü izlediğimizi anlıyoruz öykü ilerledikçe. İnkâr edilen bir geçmişin izi sürülürken, Fransız burjuva- aydın sınıfına mensup bir ailenin sıkışmışlığı da gözler önüne seriliyor.

Filmimizin başkahramanı Georges’in küçükken, annesi ve babası 17 Ekim 1961’de Paris’teki kanlı gösteride polis tarafından katledilip Seine nehrine dökülen bir göçmen ailenin oğlu olan Majid’i evden kovdurup yetimhaneye göndertmesinin etrafında kurulu bir öykü izlediğimizi anlıyoruz sonlara doğru. Ama Georges’te, sonuna kadar reddediş, suçu kabul etmeme, kötülüğü dışsallaştırma eğilimi var.

Ama Georges’te, sonuna kadar reddediş, suçu kabul etmeme, kötülüğü dışsallaştırma eğilimi var.

Soykırımın aslında küçük dünyalarda, kişisel öykülerde başladığını anlıyoruz bu filmi izlerken, ve ekliyoruz: Soykırım bireysel bir suç değildir, komşuna ve kardeşine yaptığını hatırla!

Peki biz bu filmi neden sevdik;

Çünkü Haneke Fransız toplumunun geneline sirayet etmiş ve yüzleşilmediği müddetçe daha büyük kırılmalara sebep olacak işgal, sömürü soykırım gibi suçları bize küçük bir Fransız aydın-burjuva sınıfına mensup aile üzerinden anlatıyor.

Çünkü insan ne kadar reddetse bile, kendi kişisel öyküsünden kopamayacağını, geçmişinde yaptığı bir iyiliğin ya da bir kötülüğün bugünkü benliğiyle de bir parçası olduğunu gösteriyor.

Çünkü Batı değerleri, insan hakları, onuru gibi kelimelerin altını biraz kazıdığımızda, büyük bir canavarla karşılaşacağımızı; hatta bunların bir çeşit makyaj olduğunu ve bir savaşla, protestoyla, herhangi bir mülteci akınıyla kolayca döküleceğini işaret ediyor.

Çünkü huzurun sadece bize ait bir kavram olmadığını; acının hangi kimliğe ait olursa olsun yok sayılamayacağını, acının onun zulme uğramış bir insanın, bir toplumun, bir düşüncenin içinde her zaman yaşadığını ve kendini hep hatırlatacağını düşündürüyor.

Çünkü film, Batı insanının öteki olarak konumlandırdığı herhangi birine, bir olaya karşı kayıtsızlığını, tahammülsüzlüğünü, sabırsızlığını, anlayışsızlığını, umursamazlığını çok net bir şekilde anlatıyor.