Kim ki-Duk'un çığlıkları

GÜVEN ADIGÜZEL
Abone Ol

Kim Ki-duk sineması, dilsizlik ve boşluk duygusunun eşlik ettiği, klasik anlatıya muhalif, döngüye inanan, davranışların nedenselliğini iradi olarak örten, iyi-kötü mutlaklığına gri bir alan açan, imgelerle konuşan, mekânın ruhunu duyguya dâhil eden, insan ruhunun aydınlık olmayan havzalarında gezinen, yalnızlığı bir ömür baki, fiziksel acının (çile/ günahkâr) karşılığını bulduğu, sert, tutkulu ve muhalif bir huzursuzluk ayinidir.

“Bazı insanlar hayatın sadece mutlu anlarını güzel sanıyorlar, hâlbuki bana göre hayatın asıl güzel yanı, kendi yıkıcılığı ile arzunun psikosomatik doğasının karışımıdır.”

Kim-Ki-DUK

Artık neredeyse “bambaşka” bir Güney Kore var karşımızda.

Kore; sakin sabahlar ülkesi, Han Nehri mucizesi, Uzak Doğu’nun en batısı, Batı’nın biricik Doğu’su. Bir Japon kolonisi olarak var olduğu yıllar çok gerilerde kaldı artık. Bugün bulunduğu coğrafyanın en özgün-atak ülkelerinden biri. Artık neredeyse “bambaşka” bir Güney Kore var karşımızda. Sanat, bilim ve teknoloji ihraç eden model bir ülke. Özgün, özgür ve değişken.

Özgünlüğü, ekonomik ve teknolojik gelişmelere entegre bir biçimde marka değerler üretimini başarmasıyla ilgili. Büyüyen kapital pazara intisap eden, ışıltılı sokakları, devasa gökdelenleri ve dünyanın en büyük 11. ekonomisi namıyla “tutmuş” bir Amerikan projesi aslında. 60 yılda kendi küllerinden doğmayı başarmış stratejik bir proje.

Güney Kore imgesi, aklımıza ister istemez ilk anda hep 38. Enlem’i getiriyor. Dünyanın en garip sınırlarından biri ve niye kavga ettiklerini bile unutmuş zamansız iki düşman kardeşin ölümüne dansı.

Byung-Chul Han: Bilgi birikimi tecrübeden gelir
Cins

Sınır hattındaki kimsenin yaşamadığı ama ışıkları her zaman açık o dev propaganda köyü ise modern insanlık hâllerini bile aşacak gariplikte. Güney Kore, emperyalizmin daimî iki temsilcisinin (Rusya-Amerika) 20. yüzyılın başlarında ikiye bölerek kendi kullanımlarına açtığı talihsiz bir coğrafyada, ağır savaş şartları altında, milyonlarca ölümle sınanarak tarih sahnesine geri dönmüş ve askeri darbeyle gelen yeni bir yönetim sistemiyle kendi kaderini çizmek zorunda kalmıştır. Bizim de Kore dağlarında kalan kanlı bir tütün tabakamız vardır. 1953 yılında biten savaşın ardından gelen travmatik yıllar, iki kutuplu Kore’nin güneyi için başka bir hayatı müjdeleyecekti; Amerikan aksanlı, gençlik bunalımlı ve çok ışıltılı başka bir hayat. Kim Ki-duk’un hikâyesini böylesi bir sosyolojik arka plan üzerinden görmek ve tanımlamak filmlerine kültürel bir başlangıç yapabilmek açısından önemli.

Sinemayı görür görmez -bir iletişim biçimi olarak- aradığı dili bulduğunu söyler Kim Ki-duk.

Filmlerine yayılmış bu duygu evreni, Güney Kore imgesinin içinde saklı duruyor çünkü. Kim ki-Duk ya da Samsung. Bazen iki şeye aynı anda ihtiyacınız olur. Güney Kore için de bu böyle. 20 yaşında Deniz Kuvvetleri’nde çavuş, 26 yaşında görme engelliler kilisesinde hizmetli, 30 yaşında ise Paris’e tek yön uçak biletiyle giden bir ressam olmanın karşılığıdır Kim Ki-duk. Bu ilginç çeşitlilikten anlaşılacağı üzere kişisel hikâyesi ve hayat döngüsü sert geçişler üzerine kurulmuştur. Sık sık hatırlayacağı üzere; dış dünya bütünüyle acımasızdır ve insan ruhu acı çeker. Asker, rahip, ressam ve insan. Bütün bu arayış ve adressiz yolculukların anlamı hayatla bağ kurma isteğiyle eşdeğer bir çizgide ilerler hep. Sanat aynı zamanda bir iletişim biçimidir. Kim Ki-duk için Paris yılları en çok bu amaca (iletişim) hizmet edecektir.

  • İletişim kurmanın “başka” bir yolunu keşfetmiş olmak, ülkesine (çocukluğuna) geri dönüş arzusunu da kamçılar. Bir Avrupa şehrinde yaptığı resimleri satarak geçimini sağlayan ve hayatında ilk kez 34 yaşında film izleyen sıra dışı bir Asyalı için beyaz perdeye yansıyan anlamın kodları mühim aslında. Sinemayı görür görmez -bir iletişim biçimi olarak- aradığı dili bulduğunu söyler Kim Ki-duk. Bunun bize anlatacağı birçok şey var. Sonuçta sinema bir mümkündür ve Kim Ki-duk hayatını bu mümkün üzerine kurmanın yolunu evinden 15 bin kilometre uzakta bulacaktır. İnsan kendinde, kendine doğru.

Anti-masallar evreni

Kim Ki-duk’un uzak bir dağ köyünde geçen çocukluğu, hayal gücüne sınır çekilmesini engelleyen önemli bir merhaledir. Burası önemli, çünkü modern kent kaosunun içinden böylesine ümmi bir doğum gerçekleşemeyebilirdi. 3 milyarı aşkın bir dinleyiciye ulaşan PSY’nin Gangnam Style şarkısında anlattığı, Seul’un Nişantaşı bölgesi sayılan Gangnam’dan çıkacak şey yapaylaştırılmış pop bir acı olurdu en fazla. Kim Ki-duk’un anlattıkları, insanın huzursuzluğunu besleyen bir anti-masallar evrenini kapsayan hikâyelerden ibarettir. Evini geride bırakma cesaretini göstermiş bir adamın, sinemayla kurduğu kendine özgü dünyasının kahramanları da, bu anlamda imaj ve varlıklarıyla derinlemesine bir toplum-dışılıktan beslenip, bütün zaafları, zayıflıkları, arızaları ve krizleriyle toplumun içinden, topluma doğru konuşuyorlar.

Kim Ki-duk izleyicisiyle onu fena hâlde rahatsız ederek konuşur.

Dilsizlik, sağır bir eylem değil; dış dünyaya karşı kişisel bir savunma kalkanıdır.

Bu bir ağıt değil, yönetmen tüketim toplumuna ya da sözgelimi yozlaşmışlığa karşı, iyiliğin merkezinden bakarak bir ağıt falan yakmıyor filmleriyle. “Kötü”yle hesaplaşmak için, iyi olma şartı aramıyor çünkü. Ağıt yerine ayin kavramını kullanmak filmografisinin ruhuna daha uygun belki de. Şurası kesin, Kim Ki-duk izleyicisiyle onu fena hâlde rahatsız ederek konuşur. Bu rahatsızlık, şiddet, intikam, öfke duygularıyla örülmüş bir duvarın çatlaklarını kapatma isteğiyle anlamlandırılabilir. Bu istek pekâlâ anlaşılabilir bulunabilir. Duvarın ve ruhun çatlakları (marazları) aynıdır yönetmene göre. Ama duvar, çatlakları kapatılsa da örüldüğü hâliyle yerli yerindedir. İlk bakışta duvarın çatlakları rahatsız edicidir. Ama Kim Ki-duk, ördüğü duvar üzerinden anlamayı tercih eder meseleyi.

Kim Ki-duk, ördüğü duvar üzerinden anlamayı tercih eder meseleyi.

Şiddet eğilimi, intikam isteği ve öfke nöbetleri, sanatsal düzlemde “şiddetin estetiği” gibi kalıp bir kavram üzerinden değil, daha üryan, gerçek ve somut bir biçimde karşımıza çıkar. Bu sert acımasızlık rahatsız edici olsa da karakterlerin iyilik-kötülük bağlamında “mutlak” olanın dışında konumlandırılmasıyla, izleyiciye bir düşünme payı bırakılır. Acımasız sertliğe somut bir imge olarak, Seom / The Isle filminin Venedik Film Festivali’ndeki gösterimi sırasında bir gazetecinin bayılmasına sebep olan sahnedeki o üryanlık mesela; olta iğnesi yutarak intihar etmeye çalışmak! Binlerce balinanın canlı canlı katledilmesi kadar üryan aslında. Dünyada var olan acının mikro bir yansıması. Gazete haberi değil sadece, film yoluyla somut gerçeklik. İnsanın içindeki o vahşi hayvan, işte yönetmenin her daim asıl meselesi bu.

"Yıkıcı arzu"nun güzelliği

Kim Ki-duk sinemanın dönüştürücü gücünü, tabiatla kurduğu ilişki bağlamında yeniden ele alarak, insan ruhunun en karanlık taraflarına projektör tutar. Bunu yaparken bireyin maruz kaldığı kültürel biçimlendirmeyi de asla dışarda bırakmaz. Çocukluğunda temas ettiği, dokunduğu dünyayı, senaryolarında bir kıra dönüş teması içinde, farklı ve zenginleştirilmiş biçimde yeniden üretmesinin bir yönetmen için oldukça özel bir yetenek olduğu ortada. Kıra dönüşle birlikte, ayrıca iki başat öğenin birlikte harmanlandığını görürüz. İç içe geçmiş bu iki tema; şiddet ve mistisizmdir. Bu noktada izleyici açısından yönetmenin filmlerini iki kategoride değerlendirmek mümkün.

Soft filmleri daha çok ilgi toplasa da, sert filmlerinin kendi duygu evrenine ait kıymetli parçalar olduğunu söyleyebiliriz.

Sert ve soft başlıklarıyla; Kötü Adam (Nabbeun Namja, 2002), Ada (Seom, 2000) ve Fedakar Kız (Samaria, 2004) daha sert filmler olarak göze çarparken, İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış... ve İlkbahar (Bom yeoreum gaeul gyeoul geurigo bom, 2003), Boş Ev (Bin-Jip, 2004) ve Yay (Hwal, 2004) biraz soft bir çizgidedir mesela. Soft filmleri daha çok ilgi toplasa da, sert filmlerinin kendi duygu evrenine ait kıymetli parçalar olduğunu söyleyebiliriz. Kim Ki-duk, hayatın görünen tarafını yani pozitif anlamındaki güzellik algısını, yalnızca mutluluk parantezinde anlamayı kişisel olarak sorunlu bulan bir felsefeye sahiptir. Hayatın kendi iç yıkıcılığını ve insanın toplamına işaret eden arzunun doğasını da güzel bulur her zaman. Fabrikada, tarlada, deniz kuvvetlerinde ve nihayet bir kilise çalışarak beslediği ruhunun demini alması, güzel-çirkin algısını kalıpların dışında anlamasını sağlamıştır.

Yay (Hwal, 2004) filmi biraz soft bir çizgidedir.

Huzursuzluk çirkin değildir mesela. Hayat mutlu anlardan ibaret değildir. Bu sıra dışı duygu geçişlerinin psikolojik bir gerilim hattı gibi filmlerinin üzerinde sallandığına şahit olmak mümkün. Şu sıralar K-Pop fırtınasıyla kasıp kavrulan, kültürel anlamda her geçen gün daha American bir havaya bürünen ve Asyalı/Doğulu kimliğini kaybetmeye başlayan Güney Kore, bilhassa genç nüfusun öfke bunalımlarıyla baş etmekte zorlanıyor. Baskıcı eğitim sistemi, başarı odaklı sistemin getirdiği ağır psikolojik travmalar, dayatılan güzelliğin kutsanmasıyla patlama yapan estetik ameliyatlar, gittikçe artan anti-sosyallik, önlemeyen dijital bağımlılık ve yüksek intihar oranları, acı duyma biçimleri ile kimlik krizi meselesini, derin bir toplumsallıkla birlikte ele alınmasını zorunlu kılıyor. İntiharı önleyen tabut kurslarının açıldığı böylesine sert bir sosyolojinin içinden doğan Kim Ki-duk sinemasının, bu çığlıklara ses veren katmanlı bir içeriğe sahip olduğunu -kendi ülkesinde karşılığı olan bir yönetmen değilse bile- söylemek mümkün.

Kim Ki-duk: Sinemaya bir şair hassasiyetiyle yaklaşıyorum
SkyRoad

Kim Ki-duk sineması, dilsizlik ve boşluk duygusunun eşlik ettiği, klasik anlatıya muhalif, döngüye inanan, davranışların nedenselliğini iradi olarak örten, iyi-kötü mutlaklığına gri bir alan açan, imgelerle konuşan, mekânın ruhunu duyguya dahil eden, insan ruhunun aydınlık olmayan havzalarında gezinen, yalnızlığı bir ömür baki, fiziksel acının (çile/ günahkâr) karşılığını bulduğu, sert, tutkulu ve muhalif bir huzursuzluk ayinidir. Karakterlerin derin sessizliği, her defasında başka bir anlama açılarak, “ses”in sessizlik nöbetine eşlik ederler. Sessizlik ölümsüz bir çığlığı resmederek betimlenir her sahnede. Görsel yoğunluk sözün hakimiyetini kasten perdeler, buradan doğan şiirsellik ise başka uzun sessizlikleri doğurur. Dilsizlik, sağır bir eylem değil; dış dünyaya karşı kişisel bir savunma kalkanıdır. Kim Ki-duk’un 2014 yapımı Bire Bir (Il-dae-il) filminin sonunda, hepimize ya da hepimiz adına kendisine sorduğu o soru hâlâ cevabını bekliyor; “Who am I? / Ben kimim?”