‘Kelime’lerimiz kadarız!
“Ben okuma bilmem” sırrının sahibi, kelimelerin kendisinden bahsetmekle şeref bulduğu peygamberimiz, Kalbi doğru olmayanın imanı, dili doğru olmayanın kalbi doğru olmaz, buyurmuşlar. Hakkın rızasının imanla, imanın kalple, kalbin dille, dilin kelimelerle irtibatı var. İnsanın eylediği her şeyin söylediği ile söylediği her şeyin eylediği ile bir rabıtası var.
Elbiselerimizle şık, simamızla güzel, bakışımızla derin, yürüyüşümüzle alımlı, cüzdanımızla muteber, tellallığımızla bilge, taatimizle kul ve nihayet nefesimizle var olduğumuzu zannetsek de, biz sadece kelimelerimizle varız, kelimelerimiz kadarız.
Konuşuyoruz kelimelerle, düşünüyoruz, anlaşıyoruz. Ötesi, susmak için bile kelimeye muhtacız, hatta anlaşamamak için bile. Henüz harften ve heceden haberimiz yokken, bir ‘ingaa’ ya sadece annemizin anladığı bir ‘ıhh ıhh’ a bürünüyor kelimeler. Dudaklarımızın takat getiremediği yerde ellerimizle destekliyoruz heceleri. İşitemeyen ve ifade edemeyenlerimiz tamamen el ve mimikleriyle kuruyor cümlelerini. “Varsın yine bir yudum su veren olmasın / Baş ucumda biri bana su yok desin de” diyoruz. Son nefesteki sudan kıymetli oluveriyor, su yok diyen birinin sesini duymak. İnanıyorsak o son nefesteki şehadet kelimesi ebedi âlemde yoldaşımız oluyor, inanmıyorsak bizden geriye kalanlara son hatıramızın hediye paketi yine kelimeler…
Her şeyin kendisi için yaratıldığı insanın kelime ile hukuku böyle de, o diğer her şeyin kelime ile muaşakası daha mı az sanki? “Ol!” diyen olmasaydı, “ol” olmasaydı; insan ve her şey ve dahi kelime olur muydu? Başımızın belası hâsılı kelimeler, kalu beladan beri.
- “Ben okuma bilmem” sırrının sahibi, kelimelerin kendisinden bahsetmekle şeref bulduğu peygamberimiz, Kalbi doğru olmayanın imanı, dili doğru olmayanın kalbi doğru olmaz, buyurmuşlar. Hakkın rızasının imanla, imanın kalple, kalbin dille, dilin kelimelerle irtibatı var. İnsanın eylediği her şeyin söylediği ile söylediği her şeyin eylediği ile bir rabıtası var.
Kelimelerimize kalbimizce yüklenen manalardan doğuyor ya da kayboluyor değerlerimiz ve değerlerimizi ifade ettiğimiz kelimelerin varlığı yokluğu, ya da içinin nasıl doldurulduğuyla kıvam buluyor, yok ya da var oluyor en ulvi manalar kalbimizde.
Kelimelerimiz ele veriyor bizi. Nereye ait olduğumuz sorusunun cevabını başkasına kelimelerle veriyoruz, kendimize ise kelimelerimiz susuyor.
Buraya mı çarpıyor kalbimiz ötelere mi, doğuya mı ait zihnimiz batıya mı, kendimize mi benziyor idrak ve muhakememiz bir başkasına mı? Hep kelimeler…
Bir kelime dimağımızdan çekilince onun ifade ettiği mana da hayatımızdan firar ediyor. 'İsar' dilimizde varsa, kendisi muhtaçken kardeşinin derdini gören gönül sahipleri de aramızda var; dudaklarımız ‘isar’ı unutunca, her şeyimiz fazlasıyla var olsa da muhtaçların halini görmeye bile gönlümüzün tahammülü yok. Var ve yok sadece iki kelime değil, bir güzel ahlak, bir tek kelimecikle hayatımızda var ya da yok!
Ne olduğunu bilmeden kullanmaya devam ettiğimiz kelimelerimiz var bir de; cesedi dilimizde, ruhu firari.
- Göklere, yere ve dağlara teklif edilen ve onların yüklenmekten kaçındığı bir kelime iken ‘emanet’, biz işte o emaneti yüklenen ‘haza insan’dık. Emanet kelimesini ağır bir yük gibi omzumuzda taşımanın bilincini diri tutabildiğimiz zamanlarda, aldığımız nefesten heybemizdeki azığa, bastığımız topraktan kucağımızdaki çocuğa kadar her şey bir emanetti bize. Ama biz, hava meydanlarındaki dolapların adından ibaret bileli beri emaneti, El-emin olanın Rabbi ile kalbi arasına yerler, gökler ve dağlarca mesafe giren ‘güya insan’lar olduk çıktık.
İstiğna’yı bir cümle içinde kullanabilecek kadar henüz bizken, ömrün karlı dağlarını aşmak için bir çift paşmak yetiyordu cümlemize, daha doğrusunu bilsek bile söz sahibini mahcup etmemek için susuvermekten imtina etmiyorduk hiçbirimiz, dünya bir ağaç gölgesi gibiydi, gelip giderken şöyle bir altında konakladığımız.
Nasip, olacak işi olmayıveren dosta teselli vermek için kurulan ezber bir cümlenin olmazsa olmaz kelimesi değilken henüz; yediğimiz lokmanın besmelesi, aldığımız nefesin hakkı, kendim kazandım zannına inat her güzel şeyi lütfedene şükranımızın mahviyet peçeli ifadesiydi.
Kelimelerimizin kimini hepten yitirdik ehline malum inkisarlarla, kimini bir sandık gibi taşıdık içindeki mücevherin düştüğünden habersiz, kimini de takas ettik asla bizim olmayacak, dilimize eğreti kalbimize yük tinsel sözcüklerle…
Yitip giden her bir kelimeyle beraber, Elestten bir rayiha gitti, Akabe’den bir renk, Semerkand’dan bir mana, Süleymaniye’den bir levha, Fuzuli şiirinden ahenk, Hüdayi nazarından hisse, Itri duyuşundan zevk gitti.
Yitiren değildik biz sadece, kelime kelime biz yittik.
Ne yapmalı peki?
Cevabı, yazıyı sağlam bir aforizma ile bitirmek için değil, beylik bir cümlenin fiyakasını fakirin nam-ı hesabına kaydettirmek için hiç değil;
Sadece dünyanın hal ve gidişinden mustarip cins kafalar belki başını elleri arasına alıp üç gece uykusuz kalır umut ve niyazı ile bu yazının yazılmasına sebep olan cümle ile verelim:
“Dünyayı değiştirmek istiyorsan davranışlarını değiştir, dünyanı değiştirmek istiyorsan kelimelerini.”
Bizim hep söylediğimiz değil, evvelkilerin daima sustukları mana içre, muhabbetle…