Kavramların poetikası
Bir düşünce dünyası, bir fikir kalesi inşa etmek isteyen insan ne yapmalı, sorusunun en yalın cevaplarından biri Sezai Karakoç'tur. Çünkü kavramlar inşa etmeden, kelimeleri ihya etmeden düşünce evreni kuramazsınız. Yazdığı şiirlerde kelimelerin ihyasına dair sahici çabalar içinde olan üstad, düzyazılarında ise kavramların inşasıyla uğraşır.
Sezai Karakoç'un düzyazılarında tıpkı şiirlerinde olduğu gibi poetik bir tavrın izlerini görürüz. Şiirinin çemberine aldığı o büyük diriliş ideali, düzyazılarda bir kavram hesaplaşmasına dönüşür. Çünkü kavramlar zihin haritalarımızı belirleyen/çizen kurucu ve dönüştürücü özellikler taşımaktadır. Anlama ve algılama biçimlerimizi belirleyen bu itici gücü görmezden gelen her yaklaşım, bir müddet sonra zihinsel bir köleliğe dönüşme riski taşır. Modernleşme masalımızın çıkmazını da tam olarak burada aramamız gerekmektedir. Kavramlarınızı kaybettiğinizde hangi düşünceyi telkin ve tebliğ edebilirsiniz? Kavramlar içinde doğduğu, içine doğduğu dünyanın renkleriyle tanınır. Bu bağlamda kavramlar birer kimlik kartı gibidir, bize kim olduğumuzu nereye ait olduğumuzu hatırlatır.
Üstadın düzyazılarının hemen hepsinde ya teorik ya da pratik olarak mutlaka bir kavram vurgusu görürüz. Diriliş zaten başlı başına bir kavramdır. Olduğu yerde donup kalmış doktriner bir yapı olmaktan ziyade hakikat arayışı içinde sürekli kendini yenileyen, tazeleyen bir oluş fikrini karşılar. Tanrısız bir varoluş salgını karşısında bir antitez olarak değil bir tez olarak vardır Diriliş. Üstadın kavramlar üzerinde bu kadar hassasiyetle durması doğrudan doğruya kendi tezleriyle, kendi iman ve inanç akideleriyle konuşma/yazma ısrarıyla ilgilidir. Bir düşünce dünyası, bir fikir kalesi inşa etmek isteyen insan ne yapmalı, sorusunun en yalın cevaplarından biri bu bağlamda Sezai Karakoç'tur. Çünkü kavramlar inşa etmeden, kelimeleri ihya etmeden büyük bir düşünce evreni kuramazsınız. Yazdığı şiirlerde kelimelerin ihyasına dair sahici çabalar içinde olan üstad, düzyazılarında ise kavramların inşasıyla uğraşır. Bunu nerdeyse bir ölüm kalım meselesi olarak görür. Bu bağlamda sanatta ihya fikirde inşa, onun çizdiği o keskin hattın iki ana arteridir.
Kavramlar, dünya görüşümüzde içkin olan ilkesel duruşun da ana üssüdür. Neyi ne uğruna ve niçin yapmakta olduğumuzun net bir açıklamasını tazammun eder. Neyle iştigal edersek edelim, temele bu bilinci koymak zorundayızdır. Bu bilinç yoksa mesuliyet ve mensubiyet cephesinde gedik açılır. Tanpınar'ın sözünü ettiği "medeniyet krizi" hâlihazırda bir "kavram krizi"dir. Cemil Meriç'in özellikle kelimeler ve kavramlar üzerinden yaptığı sert ve hakça eleştiriler de bu cümledendir aslında. Büyük resmi ve krizi görmek yetmiyor ama. Bu krizden çıkmak için çareler de üretmek zorundayız. Örneğin, sanatla iştigal eden bir Müslüman bu çağda hangi hususlara dikkat etmek zorundadır? Teoremlerin, kuramların cirit attığı bir hengâmede sanatçıyı bağlayan ana mesele ne olmalıdır? Üstad, Edebiyat Yazıları I kitabında bu meselenin ne olması gerektiğine dair oldukça çarpıcı ve kural koyucu bir yaklaşım sergiler.
Edebiyat Yazıları I kitabının giriş yazısının "Kavramlar ve İlkeler" başlığını taşıması, buraya kadar yazdıklarımızın bir özeti gibidir. Üstad özellikle "metafizik" ve "soyut" kavramları çerçevesinde bir çözümleme yapar. Batılı sanat ve felsefe kuramcılarının vazettiği fikirlerin dışında bir sanatçı tipinin nasıl olması gerektiğini hatırlatır. Sanatı kutsayan, sanatın gölgesinde tanrıcılık oynayan yaklaşımların revaçta olduğu bir düzlemde üstadın şu tespiti çok kıymetlidir: "Tanrı'dan ‘izin' alması gereklidir sanatçının. Bu da alçak gönüllülükle olur. Tanrı'ya teslim olmayan, eşyayı teslim alamaz." (s.13) Batılı sanat kuramlarının temelini teşkil eden mimesis olayını da kavramsal bir hesaplaşmaya ve analize tabii tutan Sezai Karakoç, İslâm sanatının da temel ilkesi olan bir olguyu bayraklaştırır: "Sanat eseri, yaratışın taklididir, yaratılanın değil. Yapıt, yaratılanın taklidi oldukça değerden düşer. Yaratışın her an yeni kalışındaki, orijinal oluşundaki sırrı anladıkça da yoğunlaşır." (s.33) Böylelikle üstadın sadece düşünce yazılarında değil sanat anlayışında da bu kavram meselesinin merkezî rolünü görmüş oluruz.
Üstadın düzyazılarının hemen hepsinde ya teorik ya da pratik olarak mutlaka bir kavram vurgusu görürüz. Diriliş zaten başlı başına bir kavramdır.
Sezai Karakoç, düşünce yazılarında kavramların bu poetik çözümlemesini ortaya koyduktan sonra farklı başlıklarla yaşadığımız kimlik ve idiyet krizlerinin bir çözümlemesini yapar. Medeniyet krizini, krizin bu topraklardaki görünümlerinden ziyade ana yurdunda teşhis eder. Çünkü aklımıza tebelleş olan ve bizi zihnimizin müstemlekesi hâline getiren kavramların iç yüzünü görebilmek için, öncelikle bu kavramların ortaya çıktığı dünyayı bilmek zorundayız. O dünyanın sosyolojisi, psikolojisi, varlık ve insan tasavvurları bilinmeden bir medeniyet transferi yapmaya kalkışmak ateşle oynamaktan farksızdır. Bu noktada üstadın çevreden merkeze veya tam tersi merkezden çevreye doğru yaptığı fikir yolculukları poetik bir tavrın ve duruşun da izlerini taşır.
Modernist söylem sürekli olarak bir tarif histerisi içinde tanımlar yaparak varlığı/ varoluşu parçalamaya meyillidir. Her tarif hâlihazırda bir tahriftir. Sürekli tarif edilerek tahrif edilen bir gerçeklik algısı, insanın varlık ve hayat tasavvurunda telafisi zor yaralar açar. Bu parça parça edilmiş, "bütün"le bağı kopartılmış dünya görüşü, insanı "dünyasız" bırakmıştır. Hâlbuki Sezai Karakoç'un dünyasında bütünlük yani birlik fikri olmazsa olmazlardandır. Zira vahdet anlayışı gereği bir Müslüman dünyada bu bütünlük fikriyle yaşamak zorundadır. Yitik Cennet'i hatırlayalım. Orda Peygamberlerin hayatı anlatılırken, aynı zamanda varlığı oluşturan unsurların da bir sayım dökümü yapılır nerdeyse. Toprağın, suyun, ateşin imtihanından geçen peygamberlerin birlikte oluşturdukları o hakikat medeniyeti, en sonunda gelip Allah Resulünde toplanır. "O, Cennetin bir kapısı değil, Cennet'in ta kendisidir." (s.130)
Üstad, bütünlük fikrini bir vahdet/birlik anlayışıyla kurarken başlangıçlara da dikkat kesilir. Kavramların poetikasına dair yaptığı sosyolojik, psikolojik çözümlemelerde nasıl o kavramların ortaya çıktığı başlangıç dönemlerine gidiyorsa hakikat merkezli çözümlemelerde de yine onu başlangıçların sonsuz uzayında buluruz. Yitik Cennet'e Âdem bahsiyle başlar üstad ve ilk olarak şeytandan söz açar. Niçin? Çünkü cennete ve dünyaya yazgılı hikâyemizin başlangıcında şeytan vardır. Sonra düşüşler, yılanlar içinde yani olanca umutsuzluklar içindeyken Havva gelir. Üstadın Yitik Cennet'te modernist söylemdeki parçalanmış tarih perspektifini ters yüz edip onu çevrimsel bir bütünlüğe kavuşturmuş olması, tam anlamıyla söyleyecek olursak bir kavram/ algı ameliyatıdır. Kendi hayat, insan ve Tanrı tasavvurunu ihya ve inşa edemeyenleri, dayatılan tasavvurlar imha etmekte pek fazla gecikmez doğrusu. Başlangıçlara dikkat kesilen yaklaşım demiştim, üstadın toplu şiirlerinin başlığı olan Gün Doğmadan da bu bağlamda zikredilmelidir.
Yitik Cennet'in tamamlayıcısı olan bir diğer eser ise İnsanlığın Dirilişi'dir. Merkezden çevreye ve çevreden merkeze doğru yapılan yürüyüşün vahdet/bütünlük fikriyle olan uyumuna değinmiştim. Aynı zamanda özden kabuğa, kabuktan öze doğru yapılan yürüyüşler de bu bütünlük fikriyle ilgilidir. Üstad da zaten bu tavrı doğrudan doğruya bir kavramsal öz olarak, bir fikir idealizmi olarak görür. İnsanlığın Dirilişi adlı kitapta hakikate dışından, çevresinden bakmaya çalıştığını söyleyen üstad, kabuktan öze doğru bir gidişi anlattığı söyler. İnsanlığın Dirilişi, Bunalımın Kaynağı yazısıyla başlar. Kabuk orasıdır. Bunalımın kaynağını teşhis etmeden bizi o kabuğun özüne ulaştıracak bir tedavi yöntemini bulmamız mümkün değildir.
Bu kaynağı teşhis ve tedavi ettikten sonra önümüze bir "tablo" serilir. Bir ibret tablosudur bu. Bu tablodan ibret alabilmek için bir hakikat savaşını göze almak gerekmektedir. Bu savaş verilmelidir ki, ancak o zaman "peygamber izi"ni görebilelim. Bu ibret tablosundan ibretler alarak çıkabilen insan artık bir "diriliş insanı"dır. Artık kabuktan öze gelinmiştir. Üstad Yitik Cennet'te ise tam tersine merkezden hareket ettiğini söyler. İçten dışa, özden kabuğa doğru gidilen bu yürüyüşte hakikatin kendisi karşımızdadır üstada göre. Bir medeniyet krizi yaşayan, kendi kavramlarını yitiren aydınlar yabancı uygarlıkların taklit cehenneminde kavrulup dururken bir diriliş esintisiyle kavramların ve kelimelerin işçiliğini yapan insanlar umutlarımızı her daim diri tutmamıza vesile olacaklardır.