Karanlığa karşı bir tehdit miyiz, yoksa bu karanlığın içinde eriyen birer renk mi?
Haniflik bir iddiaydı, İslam ise bir davadır. Haniflik tevhide yönelişe rağmen kavmiyetçilik kalesinin içinden çıkamamıştır; ama İslam, âlemşümul ve tavizsizdir. Böylece bir eline ayı diğerine güneşi verseler yolundan dönmeyeceğini söyleyen bir önderin önünde hiçbir dünyevi otoritenin duramayacağının anlaşılması zor olmadı.
Ashab-ı eşhas
En’am suresinde semadan melekler inse ve ölüler konuşsa da basireti bağlananların iman etmeyecekleri anlatılır ve “Biz de onları taşkınlıkları içinde kör ve sağır bırakırız.” denir. “Taşkınlık içinde kör ve sağır” olmak, ruhları lapaya dönmüşlerce belki bir eğlence biçimi; ancak akıl sahipleri için sarsıcı bir sahne.
Hz. İbrahim’in kavmine “ashabı eşhas” deniyordu, yani kişilere tapınanlar. Onlar, kişileri seçilmiş birer ruh, yıldızların temsilcileri bilenlerdiler.
Hıncahınç kalabalıkta birbirinin üstüne yıkıla yıkıla dans eden, kimyasallarla beyni çamura dönmüş sarhoşlar mı sadece canlanıyor gözümüzde? Peki ya görmez ve işitmez hâle getiren, taşkın duygulara akıl ve kalbini teslim edip yürüyemez hâle gelmiş, kütük gibi dikilen topluluklar?
Hz. İbrahim’in kavmine “ashabı eşhas” deniyordu, yani kişilere tapınanlar. Onlar, kişileri seçilmiş birer ruh, yıldızların temsilcileri bilenlerdiler. Bunlar, zaman zaman kaybolan yıldızlara yaklaşmak için de göz önüne dikilmiş bir takım şekiller ve şahısların gerekli olduğuna hükmetmişlerdi. “Halkta ruhaniyetten eser yoktur; ancak aracılarla bir şeye tekabül eder.” diyorlardı. Böylece melikler ve rahipler sorgulanamaz birer otorite hâline gelmişti. “Şahsiyetsizleşenler” ve onların cehlinden şahsiyet devşirenler toplumda bir sömürü ve korku kültürü oluşturmuştu.
Hz. İbrahim ise buna karşı, muhabbet gösterilen ve fani olmayan bir ilaha davet ediyordu. Gece gördüğü yıldız kaybolunca “Ben batanları/sönenleri sevmem.” diyordu. Nebi, tükenmeyen ve tüketmeyen bir sevginin peşindeydi. Bu sözüyle aynı zamanda bir iradeye sahip olduğunu beyan ediyor, sevip sevmeme bahsinde kimseden icazet almıyordu. Yine büyüklük ve ulaşılmazlığa olan hayranlığın ne kadar boş olduğunu ifade ediyordu biraz da istihzayla; Güneşin büyüklüğünün Rabb’lik için bir delil olmadığını anlatırken. Allah’ın azameti ve kudreti maddeci görme biçimleriyle anlaşılabilecek bir şey değildir, katıksız bir teslimiyetle O’na iman etmek gerekir.
Taşlaşma
İsmailoğulları yurtlarından ayrılırken yanlarına Beytullah çevresinden hatıra olarak taş alır ve bu taşı tavaf ederlerdi. Bir sonraki nesil de gittikleri yerde etrafı kolaçan eder, 4 taş toplar, üçü ile ocak çatar kalanın da çevresinde dönüp tapınırlardı. Böyle bir ortamda Amr bin Luhay adlı kabile şefinin Hicaz bölgesinde putperestliği ihdas etmesi pek de zor olmadı. Mekke’nin fethine kadar Kâbe ve çevresinde 360 put dikilmişti. Bir bidat, şirkin önüne tekrar kırmızı halı sermişti…
Mümin şiir, münkir kalp
Hunefa; İslam öncesi dönemde putperestliği reddeden, Hz. İbrahim’in dininden o güne dek gelmiş olan sünnet ve Kâbe’yi tavaf etmek gibi bazı adetleri sürdüren bir cemaattir. Kimileri onlara Hıristiyan diyordu; çünkü zina ve alkol o kadar yaygındı ki, bunlardan uzak durmak tek başına keşişlik sayılıyordu. Hanifler içinde baş tacı edilenler; alim ve feylesof olarak görülenler vardı. Bu bir soruyu akla getiriyor:
- Neden putları reddettikleri hâlde kimse haniflere savaş açmadı da, tevhide davet eden Peygamberimiz (sav) ve ashabına karşı kılıçlar kınından çıktı?
Cevabı çok basit aslında, basit olduğu kadar sert. Çünkü hanifler Mekke aristokrasisine ve kabileciliğe karşı bir tehdit oluşturmuyordu. Onlar toplumun birer rengi olarak algılanıyordu. Zahitlikleri ile kendi çeperlerinde yaşayan, düzenin içindeki insanlardı.
Peygamberimizin ise tüm düzeni değiştireceğinden ve düzenbazları devireceğinden korktular. Örneğin Ümeyye bin Ebi Salt, ilk defa Mekke’de “bismikallahümme” ifadesini kullanan, İslam öncesi dönemde tevhide dair şiirler söyleyen, bir nebinin gelmekte olduğundan bahseden bir hanifti. İslam’ın ilanından sonra Müslümanların yanında yer almayış sebebi sorulduğunda verdiği cevap, bu paragraftan muradımızı da en yalın şekilde gösterir: “Sakif kabilesi kadınları, ‘ Ümeyye gitti, Abdimenaf oğullarından bir gence tabi oldu.’ derler diye utanıyorum.”
Kabilelerin önde gelen kişileri olan meşhur hanifler arayış içinde olan ve tefekkür eden bir zümredir. Birçoğunun yolu diğer semavi dinlerle çakışmasına rağmen onlara iltifat etmemişler, tarih ve örfte saf inancın peşine düşmüşlerdir. Fetret devri insanları için belki bu bir kurtuluş oldu; ancak vahyin gelişiyle birlikte tevhid inancının özgürlük ve adalet telakkisiyle kâmil anlamını bulacağı ilan edildi.
Hunefa; İslam öncesi dönemde putperestliği reddeden, Hz. İbrahim’in dininden o güne dek gelmiş olan sünnet ve Kâbe’yi tavaf etmek gibi bazı adetleri sürdüren bir cemaattir.
Bazı Hanifler İslam dairesine girdi bazıları da fetret devri ezberlerinden ve zamanın hayatlarına çepeçevre sardığı zincirlerden kurtulamadı. Hutbe ve şiirlerinde hakikate dokunmuş olsalar da, aykırılıkları panayırlarda kaldı. İşte bunlardan biri olan Ebi Salt için Efendimiz (sav); “Şiiri iman etti, kalbi inkâr etti.” demiştir. Ümeyye için ne hazin bir akıbet.
Haniflik bir iddiaydı, İslam ise bir davadır. Haniflik tevhide yönelişe rağmen kavmiyetçilik kalesinin içinden çıkamamıştır; ama İslam âlemşümul ve tavizsizdir. Böylece bir eline ayı diğerine güneşi verseler yolundan dönmeyeceğini söyleyen bir önderin önünde hiçbir dünyevi otoritenin duramayacağının anlaşılması zor olmadı.
Başka bir soru; biz zamane Müslümanları, yürüyüşümüzde Hz. Peygamber’in adımlarını mı takip ediyoruz, yoksa son dönem haniflerinin adımlarını mı? Karanlığa karşı bir tehdit miyiz, yoksa bu karanlığın içinde eriyen birer renk mi?