Karacaoğlan mümkündür.
Her şeyin sona erdiği yerde bile sona ermeyecek olan şeyin kendisine övgü işte.
Her şeyin sona erdiği yerde bile nefes almamıza imkân sağlayacak olan şeyin kendisine… Dâhil olmak istemediğimiz ve fakat yazık ki her nefes alışımızda ciğerlerimize havasını doldurduğumuz plastik bir dünyada yaşıyoruz. Evet, itiraz ediyoruz, sorun bu değil! ‘Küçümsenecekse memnuniyet küçümsenmelidir’ çünkü. Böyle inanıyoruz. Hani ‘pıtraklı diyar’ demişti ya şair burası için. Islak bir çarşaf gibi yüzümüze yapışan bu kirli hava makinaların gürültüsünden değil onun çeperlerine yapışıp kalan insanın üzüntüsünden çoğalıyor durmaksızın. Belki de dönüp dönüp yumruk atmamız gereken yer tam da burası. Bizi çepeçevre saran bu rezil imajlar dünyasında sahici birer insan oluşumuz gerekli. Kutsal bir inat! Yüzümüzdeki tebessümü yapmacık bir sırıtışla değiştiren, bir dostu görünce gülen gözlerin tam içindeki ışıltıyı kirli bir düşünceyle bulanıklaştıran şey neyse onun yoksunluğudur sevdiğini söylemenin mahcubiyetindeki güzellik. Onlar kirli alkışlarıyla ve çiğ sesleri ve şık elbiseleriyle ve her anlarını kameraya almanın tutkusuyla Karacaoğlan mümkün değil sanıyorlar tıpkı Yunus Emre mümkün değil sandıkları gibi. Ama ne gam. “Birbirimize tutundukça bıçakların ağzı kapanacak” diyen adam en derin hücrelerine bile umut sinmiş tarihin sözünü tekrar ediyor sadece. Teklifimiz şu: gerçek olmalı bu dünya! Kadınlar ve erkekler gerçek olmalı. Tıpkı çocuklar ve deliler gibi gerçek olmalı her şey. Tek bir yüzü olmalı herkesin, güldüğünde sahici gülmeli gülen herkes. Ve öfkelendiğinde soylu olmalı öfkesi. Ağladığında değecek her şeye gerçekten ağlamalı. Başka türlüsü mümkün değil. Yoksa çoğaltıp duracağız kaçmak istememize rağmen daha derinini merak ettiğimiz bu rezilliği.
Yemin ederiz sevgili okuyucu: Karacaoğlan mümkün.
Her çağda. Her zamanda. Her yerde.
Karacaoğlan mümkün.
İTHAF
Milletin kabul edilmiş duası olan Büyük Millet Meclisi’nin açılışının üzerinden bir yıl ancak geçmişti. Olan bitenin ve olup da bitmeyecek olanın ruhunu yansıtmak için bir şiir olsun istediler. Yüksek de bir ödül konularak bir yarışma tertip edildi. Pek çok şair katıldı. Yüzlerce şiir geldi. Seçici kurul günlerce çalıştı üzerine. Ama hiçbiri yeterli görülmedi. O katılmamıştı elbette. Gerekçesi netti. Karşılığında ‘ödeme’ yapılacak bir marş yazacak değildi. Para ödülünün kaldırıldığı söylenince araya girip ikna ettiler. O da oturup değil, tam anlamıyla ayağa kalkarak bir marş yazdı hepimiz için. Bir marş: İstiklalimizin ilanı olan. Bir marş: Hakk’a tapan milletin hakkı olanı haykıran. Bir marş…
Önce cephelerde asker arasında okundu. Eratından subayına hepsi coşkuyla selamladı. Sonra gazetelerde yayınlandı. Yediden yetmişe bütün millet heyecanla tekrarladı. Nihayetinde Büyük Millet Meclisi’nde defalarca okundu. Ayakta alkışlanarak kabul edildi. Büyük Şair, para ödülünü elbette alacak değildi, bütün parayı yoksullara bağışladı. Şiiri de ‘benim değil milletin eseridir’ diyerek Safahat’ına almadı. İstiklal Harbi’nin yönünü de harp esnasında kurulan devletin istikametini de tayin eden bir milli manifesto yazdı aslında. Türkün dünya görüşünü yedi düvele ilan etti. ‘Verme dünyaları alsan da bu cennet vatanı’ diyerek Anadolu kıtasını yeniden ve bir kez daha bize vatan kılan o mübarek heyecanı haykırdı. Özgürlüğünden ve bağımsızlığından asla vazgeçmeyecek olan bu millete, bunun mümkün tek yolunun Hakk’ın istikametinden ayrılmamak olduğunu söyledi.
Bu ay o büyük şaire elbette. Ve o büyük şiire.
Bizler ve bizlerden sonrakiler için yazdığı o şiir sebebiyle.
İstikametimiz asla bozulmasın diye bir el feneri gibi önümüze koyduğu o büyük metin sebebiyle. Tam da o büyük metnin ‘milli marş’ olarak kabul edildiği bu ayda.
Ömrünün her saniyesinde namuslu adam nasıl olur sorusunun cevabı olan o ahlak adamına.
Akif’e.