Kadın olmak ya da olmak
İslâm toplumlarında Batılı manâda kadın meselelerinin tartışılması daha çok oryantalistler ve sömürgeci güruh marifetiyle gerçekleşmiştir. Peçe, harem, cariyelik gibi provakatif alanlar eksenindeki okumalar "mağdur Müslüman kadının özgürleşmesi" ambalajlı söylemler geliştirirken içerde İslâm milletlerinin geri kalmışlığının çaresini Batılı değerlerde arayan modernist aydınlardan destek de gecikmemiştir.
"Özgürlük kaderle mücadelede bilenir. Kaderimizle karşılaşmaktan gelen özgürlük zenginliği; sonsuz çeşitliliği, dayanma kapasitesini, kendinden geçmeyi, düşlemeyi, dünyayı ve onun içinde devinen özgür ama kaderli, bilinçli yaratıklar olarak bizleri karakterize eden diğer yetilerimizi doğurur."1 diyordu Özgürlük ve Kader kitabında Rollo May. Kadınların kendi kaderiyle karşılaşması vakıa, ama oradan nasıl bir sonuca ulaştıkları ise bu yazı da dâhil dünden bugüne tartışa geldiğimiz bir konu olmaya devam ediyor. Aydınlanma öncesinde kadın ve erkeğin toplumsal cinsiyeti Tanrı ile ilişkili ahlâkî bir zeminde onlara biçilen roller iken bu proses sonrası kadın ve erkeğe ilâhî olan değil, toplumsal olan rol biçecek ve yol gösterecekti. Kendi ahlâkîliğini de belirleyen bu süreç "eşitlik" ideali ekseninde yol yürümeye başladı. Aslında kadim dönemlerde Tanrı'yı görünür kılmak adına insanın ihmal edildiği, insanı merkeze alan bakış açısının ortaya çıkması için Aydınlanmayı beklemesinin gerektiği iddialarının altında İslâmî geleneğin insanın özgürlüğüne gereken değeri vermediği tezi de işlenmektedir. Bu konu ayrıca tartışılmayı hak etmekle birlikte büyük ölçüde kamusal hayat okumaları olarak kaydedilen tarih sahnesinde kadının varlığının hatırı sayılır bir genelleme ile sessiz ve resesif bir gizil dünyaya karşılık geldiğini söylemeliyiz.
Konu İslâm ve kadın özelinde konuşulduğunda ise özellikle Tanzimat'tan bu yana devam eden bu mesai "sorunlu" bir alanı hatıra getirmekte ve zaman zaman sıkıcı ve bıktırıcı bir noktaya da evrilebilmektedir. Dinleri ve felsefeleri ilzam eden modern paradigma dinleri tanımlayıcı ve meşrulaştırıcı olmaklığı, felsefeleri de dinlerin anlaşılması üzerindeki nüfûzu sadedinde eleştirmiştir kadın konusunda. Kaburga kemiğinden yaratılışla ontolojik bir aşağılanma ve ikincil sayılma ile kocasına itaat etme ve bedeninin denetlenmesiyle de sosyolojik aşağılanmanın kıskacında "kendi adını koymasına imkân verilmeyen" bir kadından söz edilmiştir. Oysa değil midir ki insana "eşyanın isimlerinin öğretilmesi" aslında ona isim koymanın da öğretilmesi olarak anlaşılmıştı. Erkek, yaratıcı Tanrı'nın dölleyici temsilcisiyken kadın "çorak tarlaya" benzetilmişti.2 Genelde üç büyük dine, özelde İslâm'a yönelik bu ciddi iddia ve ithamlar biraz da modern dönemlere özgü ekonomik, sosyokültürel vs. şartların neticesi olan Batı merkezli yaşamın "yeni" kadın anlayışı/arayışı ekseninde ortaya çıkmıştır.
Ancak kadınların tarih sahnesinde yaşadığı netameli durumların, malûliyetlerin esasta ne kültürü ve milliyeti, ne de vatanı ve memleketi vardır. Sahabenin önde gelenlerinden Abdullah b. Ömer'in; "Rasûlullah devrinde hakkımızda ayet iner korkusuyla kadınlarımıza elimizi ve dilimizi uzatmaktan sakınırdık. Rasûlullah vefat edince, dilimizi ve ellerimizi onlara uzatmaya başladık"3 sözü açık bir beyan ifadesidir. İlerleyen zamanlarda ulemânın kadınlarla ilgili yorumlarında kadının nebî olma durumu4 ile onu erkeklere verilen nimetlerin mütemmimi olarak görmeye kadar varan5 bir spektruma şahit oluyoruz. İslâm toplumlarında Batılı manâda kadın meselelerinin tartışılması daha çok oryantalistler ve sömürgeci güruh marifetiyle gerçekleşmiştir. Peçe, harem, cariyelik gibi provakatif alanlar eksenindeki okumalar "mağdur Müslüman kadının özgürleşmesi" ambalajlı söylemler geliştirirken içerde İslâm milletlerinin geri kalmışlığının çaresini Batılı değerlerde arayan modernist aydınlardan destek de gecikmemiştir. 19 ve 20. yüz yıla tekabül eden bu dönemlerde Müslüman entelektüellerin, âlimlerin ve müfessirlerin kadınlarla ilgili âyetlere özel hassasiyetle yaklaşmaları dikkati câliptir.
Tahmin edileceği üzere ekseriyetle etkiye tepki kabilinden gelişen bu eserlerde ya "İslâm kadına tüm hakları vermiştir" şeklinde savunmacı ve hamasî bir üslup ve muhteva ortaya çıkmış, ya da İslâm ile onun tarihî yorumunu birbirinden ayırmak suretiyle kadınlar hakkında tüm vebâli geleneğe yükleme kolaycılığına kaçılmıştır. Bu şekilde meselenin dar bir alana kilitlenmesinin ardında ise kadını sorumlulukları ve hakları parantezinde hukûkî bir kimliğe indirgeyerek, ya da onu erkeğe göre konumlandırarak onun ontolojisini ve psikososyal gerçekliğini ıskalama söz konusu olmuştur. Hâlbuki temel inanç esasları ve mesajları itibariyle tüm insanlığa seslenen İslâm dininin kadınlarla ilgili ne söylediği hususu oldukça mühim bir keyfiyettir ve elbette doğru bir tahkîki hak etmektedir. Zira bu din kendisini insanlığa takdim ederken âlemlerin Rabbi olan Allah'ın (el- Fâtihâ 1/1) insanlar için kemâle erdirdiği, razı olduğu(el-Mâide 5/3) ve bizzat ilâhî koruma altına aldığı,(el-Hicr 15/9) elçisini de tüm insanlığa rahmet vesilesi olması için göndererek (el-Enbiyâ 21/107; Sebe' 34/28) onunla peygamberlik serencamını mühürlediği bir mesajdan bahsediyoruz.
Dolayısıyla bu kadar kuşatıcı ve muhkem bir inancın kadın anlayışını "Kur'ân'da "en- Nisâ/Kadın" isimli bir sûrenin olmasının retorik değeri üzerinden değil, bu sûreyi de, diğer sûrelerin mesajlarını da Kur'ân'ın bütünlüğü içerisinde okumak doğru bir yaklaşım olacaktır. Bu itibarla daha tümel ve merkezî bir kavrayışla hem Kur'ân'ı hem de onun en doğru yorumu olan Hz. Peygamber tecrübesini dikkate almak gerekmektedir. İnsanın seçimi olmayan cinsiyetinin onu tanımlamada belirleyici amil değil, açıklayıcı amil olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Yeryüzünün akıl sahibi tek varlığı insan bir erkek ve bir kadınla (Âdem ve eşi) başlayan serencamında bu özelliğiyle kendilik bilincini taşımış, bu özelliğiyle davranışlarını seçmiş ve bunun ödülünü de, bedelini de cinsiyeti sebebiyle değil, insaniyeti sebebiyle almıştır. Hem nimet ve izzet, hem sorumluluk ve külfet anlamına gelen insan olmak, özgür olmayı bir kader olarak boynuna bağlamak demektir. (el-İsrâ 17/13) Varoluş gayesi ve anlam arayışı açısından kadını ve erkeğiyle hür irade sahibi insanoğlunun birlikte bir seyrüsefer içinde oldukları da izahtan vârestedir.
- 1. R. May, Özgürlük ve Kader, (Çev: Ali Babaoğlu), Okyanus Yayınları, İstanbul, 5. Baskı, s. 131.
- 2. F. Berktay, Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın, Metis Yayınları, İstanbul, 2016.
- 3. Buhârî, "Nikâh", 80.
- 4. Aliyyü'l-Kârî, Dav'u'l-Meâlî Alâ Bed'ü'l-Emâli/ Şerhu'l-Emâlî, İstanbul, 1307, s. 56; Şeyhzâde, Abdurrahim b. Ali, Nazmu'l-Ferâid. İstanbul, 1288, s. 53.
- 5. Fahreddin er-Râzî, Mefâtihu'l-ğayb, Beyrut, 2004, XXV, 97.