İthal gündemler ve yerli trans çocuklarımız!
Bu yobazlık içerisinde çözüm, konuşmak, tartışmak ve bilime olanak sunmaktır. Cinsiyetler ile ilgili konularda 40 – 50 yıldır bilime, psikoloji ve biyolojiye tartışma olanağı verilmedi. Hep hoşgörü ve katılımcılık, kapsayıcılık çatısı altında veriler düzgünce incelenmeyip kenara koyuldu.
açılış.
Kaleme aldığımız her yeni konu için açılış eleştirisi mahiyetinde sunulan yargıdır: “Kardeşim bunlar ithal gündemler!” “İthal gündemi ülkeye pazarlıyorsunuz! Bu konular bizim sorunlarımız değil.” Eskinin malum “Batının iyi taraflarını alalım, kötü taraflarını bırakalım; teknolojisini alıp kültürüne dokunmayalım!” söyleminin güncel türevi diyebileceğimiz bu tartışmanın ruhunda biraz da şu var: “Konuşup da kötüyü çağırma.” Ya da “gözünü kapa, ölü taklidi yap, gelip geçecektir.”
Gündemler maalesef geliyor ve geçmiyor… Örneğin, trans çocuklar gündemi.
biz.
Prof. Dr. Zeki Bayraktar’ın “akademik ifşa”sı ile sansasyon yaratan çocukların cinsiyet değiştirme operasyonları üzerine yapılan bir akademik çalışma, Türk gündemine bomba gibi düştü! Bu spot haber başlığı, Türkiye’de kimsenin haberinin olmadığı koca bir gündemi, yediden yetmişe, okumamışından genel kültürlüsüne ve hatta alan üzerine deneyimli akademisyenlere kadar herkesin gözünün önüne düştü ve şaşkınlık yaratan bir trend-topic oldu. Konunun hukuki açıdan sorunlu ya da boşlukta bir alan olması tartışmanın ana başlığıydı fakat her zamanki gibi toplum mevzuya “sapkınlık” diyerek konuyu geçiştirmeye çalıştı.
Cinsiyet değiştirme ameliyatları ve hormon değiştirme terapileri konusunda kısa bir araştırmayla Türkiye’deki büyük özel hastanelerin ve hatta devlet hastanelerinin uygulamaları hakkında bilgi sahibi olabiliriz. Sağlık turizmi noktasında dünyanın en çok tercih edilen ülkesi olan Türkiye’de, bu konularda eşik çoktan aşılmıştı. Aslında “sapkınlık” olarak adlandırıp göz kapatılan ve görmeyince de çekip gidecek olduğu düşünülen bu ithal gündem, Türkiye’de bir Avrupa ülkesi kadar büyük bir hızla ve hatta onlardan daha rahat bir şekilde kendi ekonomik döngüsünü yaratmış durumda.
Sonuç olarak, günümüzde artık bir gündemin ithal olup olmamasını tartışmak yerine, bir gündemi seçip diğerini reddetme imkanımızın olmayışını kabul etme vakti geldi sanırız. Her soru kendi sorun zincirini doğurur ve sorudan kaçmak ise bu zincirin ayağa takılmasına neden olur. Kısacası, soru bir kere sorulmuş ise çözüme kavuşturulmalıdır.
neden.
Bundan on beş yıl öncesine kadar ülkeler arası kültürel-ideolojik-felsefi gündem geçişkenliklerini akademi belirliyor diyebilirdik. Her konuda geriden gelmesiyle ünlü akademi, bir sosyal bilimler tartışmasını makaleler veya akademik ortamlarda tartışırken nesnel araştırmanın doğasına uygun bir şekilde toplumsal olayların soğumasını bekleyip tarihçi – sosyolog duyarlılığıyla fotoğrafın tümünü çekebilme niyetindeydi. Bu yüzden, kültürler arası geçişkenlik, akademi vasıtasıyla ağır ama en azından sorgulayan düzlemde mümkündü.
Dolayısıyla Türkiye açısından düşündüğümüzde, şu cümleyi kurup rahatlayabilirdik: “ağbi batının kültürel zehri şu Boğaziçi üzerinden ülkeye yayılıyor, yıkmalı şu okulu!”
Ama artık işler bu kadar kolay değil, bir buldozerin yapabileceğinin sınırları var. Kültürlerarası akışkanlık, mahalli ya da ulusal çapta bile düşünülemeyecek kadar hızlı etkileşim halinde. Sebebi ise hepimizin malumu, iletişim çağı ve aparatları: sosyal medya platformları.
Bu çağda iletişim mecburi ve hatta bu çağın sorunu söylenenin aksine, aşırı ve hızlı sosyallik. İletişme illeti, biyolojik sınırlarımızı test ediyor ve gündemin hızına adapte olamıyoruz. Çocuklarda da büyük sorunların ortaya çıkmasından anladığımız kadarıyla, sosyal becerileri yüksek zihnimizin elastikiyet kapasitesinin sonuna geldik belki de. Hiçbir konu düzgün bir eleştiri süzgecinden geçmeden, başka gündemlerin kucağında buluyoruz ve bu sonsuz döngüde yeni terimleri belirleyen, batının (veya doğunun) medya akışından ilk beslenen sosyal medya kullanıcıları. Çoğu sosyal medya gündeminde, etken bireyler olduğumuzu düşünürken edilgen bir akışta kayboluyoruz.
Bu sebeple, bu yeni küresel dünyada hiçbir sorudan ve yarattığı kültürel sorundan kaçış mümkün değil. Peki tam olarak nedir bu soru(n)?
hızlı bir tanım.
Sorunun somut örneklerine gitmeden önce sorunun teorik yüzüne kısaca bir değinmek gerekiyor. Aktivist Woke kültürü, SJW (Social Justice Warrior), ilerici liberallik, queer teori, azınlık hakları gibi yeni dönemin bu yeni ideolojik duruşunu tanımlayabilecek alt başlıklar içinde Woke ismi, kapsayıcı bir kavram olarak üst başlığı temsil eder oldu. Wokeluk başlığının ideolojik özünü neo-marksist teori inşa ederken, güncel siyasi taleplere göre ekonomiye ek olarak, ırk ve cinsiyet tabanında da genişleyen bir aktivizm dalgası bu. Yeni Sol diye adlandırdığımız neo-marksist tutum, artık özün kendisini bir sorunsal haline getiren “biyo-politik” temalara odaklanıyor; varoluşsal sorunların toplumsal sorunlar ile sentezlenmesi bu sayede gerçekleşiyor. Bu yüzden, Yeni Sol’un özündeki burjuva kokan Fransız varoluşçuluğunu atlar isek büyük yanılgıya düşeriz. ABD gençliğine ya da diğer birinci dünya ülkelerinin tüketici kimliğine uygun bir solculuk modeli işte böyle hayat buluyor: Liberal ve kapitalizme entegre narsisizm esanslı bir sol.
Kimliğe dair söylemlerin politika üretebildiği, her sorunun “sistemik” kabul edilip köktenci bir çözüme gidildiği yeni dönemde, kimlik de bir elbise gibi değiştirilebilir ve yeni söylemlerimizle birlikte organik bir güncellemeye gidebilir düşüncesindeyiz artık. Dolayısıyla bu çağ, plastik ama bir o kadar da köktenci. Artık bireyler, köktenci olduğu ölçüde, özüne müdahale etmek istediği için birer plastik cerrahi harikası…
hızlı bir saha tespiti.
Batıdan Türkiye’ye bir tür kültür aşılamasından bahsederken, neredeyse 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana ABD’yi kastediyoruz. Her konuda bir sosyal deney sahası gibi işlev gören ABD toplumu, bağımsız ve baskıcı dini grupların, aşırı bireycilerin ve kolektivist oluşumların uç kutuplarda kendilerini göstermek istedikleri kakafoni ya da kaotik bir senfoni… Dolayısıyla ABD’de, kurulu düzeni olan Eski Dünya Avrupası’na dahi fazla gelen bir yenilikçilik hızı mevcut.
O zaman “trans çocuklar” gündemine nasıl geldiğimizi hızlıca okuyalım. 70’lerdeki eşcinsellik tartışmaları ve ırk temalı hak taleplerinden 2000’lerdeki LGBTI+ gündemine ve aktivist hak mücadelelerine birçok tartışma, kimlik tabanında hayat buldu ve ne kadar kimliğe dayalı bir hak davası güdülürse o kadar başarıya ulaşılacağı anlaşıldı. Son yıllara yaklaştıkça herkesin şaşıracağı talepler de gelmeye başladı: Örneğin, ensest ilişkinin özgürlüğe kavuşması!
Ensest ilişkinin bireysel (ya da ailesel?) hak oluşu söylemi çok tartışmalı olsa da asıl sert kaya gündem bir başkasıydı: Pedofili bireylerin birer “birey” oluşu! Bu işte çocuğa müdahalenin önünü açan asıl tartışmaydı diyebiliriz. Çünkü ensest ilişkide anne veya baba, çocuğu üzerinde sonsuz bir hakka sahipse kim nasıl karışabilir bu duruma denilebiliyordu. Karşı görüşün elinde ise tek bir argüman kalıyordu, “Allah belanızı versin, bana bulaşmayın!” Pedofili söylemi ise kısaca şuydu: “Pedofililer de vardır! Buradayız ve bu bizim kimliğimiz!” Ama bu kimliğin hedef aldığı şey, başkalarının çocuğuydu. Yani toplumsal hoşgörünün tahammül sınırlarını kopartacak son eşikti bu. Bu konu artık liberal kanadın rahatlığının kaldırıp kaldırmayacağı bir gündem olmaktan çıkmıştı. Muhafazakâr kanat, gerekirse şiddet kullanarak o pedofiliyi çocuk parklarından çıkarıp tenha bir yerde kafasını patlatırdı! Dolayısıyla, pedofili savunusunun belli bir sınırı vardı.
Gündem eşzamanlı olarak gelişiyordu ve işte karşımızda koca bir trans çocuklar yaygarası çıktı: “Trans çocuklar vardır! Çocuk yanlış bedende doğmuşsa, cinsiyetini değiştirmelidir!”
Aslında ensest ilişkideki gibi konu aile içinde kalabilir, insanlar en fazla o çocuğa acıyıp anne babaya sövmeyle yetinebilirdi. Ne de olsa it’s a free country! Fakat her konuda olduğu gibi, bu tartışmalar da ideolojik bir aktivizm sonucu karşı tarafa ve hatta devletin vatandaşına dikte ettiği bir “biyo-politik” uygulamaya dönüştü. Artık ABD’de bazı eyaletlerde, öğretmenler-psikologlar-komşular, çocuğun diğer cinsiyette olduğu yönünde söylemine tanıklık etmişlerse, devletin reşit olmayan çocuğu ailenin elinden alıp cinsiyet değişikliği ameliyatlarına sokma yetkisi var. Yani küçük çocuk, kendi üzerinde hiçbir hakkı olmamasına rağmen, cinsiyeti konusunda, ilgi çekmek için bile olsa, bir söylemiyle trans operasyonlarının hedefi haline gelebiliyor. Dolayısıyla, artık ABD’de dahi kimse “bana ne” diyerek güvenli alanını, ailevi huzurunu inşa edemiyor.
çözüm.
Peki bu konuda hiçbir nesnel analiz yapılmıyor mu? Trans aktivistleri gerçekten haklı olabilirler mi? Bilim ne diyor bu konuda? İşte tam olarak konu burada tıkanıyor. Bilimin ne dediği kimsenin umurunda değil, hatta Queer teorisyenlerine göre bilim heteronormatif söylemlerini kendine saklasın!
İşte sorunun asıl kökenine vardık: sadece biz değil, ABD’li muhafazakârlar veya kendi halinde liberteryenler değil, yeni solcu woke aktivistleri ve queer teorisyenleri de tartışmaktan kaçınıyor. Çünkü ideolojik bağnazlık bunu gerektirir. Ya cevap bizi tatmin etmez ise… İdeolojimize duyduğumuz o imanı gevşetirse… İdeolojisini kimliğine bağlamış biri için her tartışma ölümcüldür, dolayısıyla karşı tarafı konuşturmamak her şeyden önce gelir.
İşte bu yobazlık içerisinde çözüm, konuşmak, tartışmak ve bilime olanak sunmaktır. Cinsiyetler ile ilgili konularda 40 – 50 yıldır bilime, psikoloji ve biyolojiye tartışma olanağı verilmedi. Hep hoşgörü ve katılımcılık, kapsayıcılık çatısı altında veriler düzgünce incelenmeyip kenara koyuldu. Aksini yapan akademisyenler ve düşünürler düşünce dünyasından aforoz edildi. Dolayısıyla tartışmak, özellikle de bilimsel duyarlılıkla net ve nesnel yargılar ortaya koyabilmek böyle bir dünyada her şeyden önemli.
Bizim de bu konuda tartışmayı doğru zeminde yapabilmek adına gerçekleştirdiğimiz şey, değerli bir kişinin, Dr. Debra Soh’un “Toplumsal Cinsiyetin Sonu” (The End Of Gender) adlı çalışmasını Türkçeye kazandırmak oldu. Debra Soh, bu konuyu detaylarıyla ve tüm akademik aforozlara ve medya linçlerine rağmen cesur bir şekilde inceliyor, tüm sert eleştirilere bilim ile cevap veriyor.
son söz.
Evet, bu denli hızlı akış içerisindeki gündemde, gözleri açık tutabilmek hepimiz için zor. Fakat entelektüel bilinç, aç kapa yapabildiğimiz bir makine değil. Entelektüel sorgulamalarda bulunmak, özünde zor zaten. Tanımı gereği, entelektüel canlısı, 7/24 hazır bir sorgulama üstadı olmalı. Bir ideal bu evet, ama bu ideal ekseninde modern dönemin entelektüeline şekil vermeli.
Ve doğrultuyu, hakikat olgusuna bağlamalı, yoksa satılık kalem olmak bir adımlık mesafe uzağımızda…
Hakikat’in olamasa da hakikat fikrinin yok edildiği günümüzde, felsefi anlamda nesnel bir gerçekliğin olabileceğine inancın kalmadığı akademik ve entelektüel dünyada, tekrar hakikatin hedef olarak görüldüğü düşünsel bir iklim yaratabilmek umuduyla…