İslam düşünce geleneğinde bilimsel açıklamanın sınırları-4
Kelamî atomculuk kozmolojik kriz için bir tür karar anını temsil eder. İnayetle buluşarak ehlileşmiş mekanizm ve ilahi adet anlayışının sağladığı düzen fikriyle kelamcılar, parçacıkçı ve nitelikçi yaklaşım arasındaki karar denklemini eşitlikten çıkarma gücüne sahip bir müdahaleyle düşünce tarihine giriş yapmıştır.
Bir önceki yazıda, fiziksel evrenin hangi yolla doğru bir şekilde kavranılacağı hakkında Antik-Helenistik dönem boyunca iki temel yaklaşımın öne çıktığını söylemiştik. Bunlardan biri Aristotelesçi, Galenci, Yeni-Eflatuncu yaklaşımlar tarafından temsil edilen "niteliklere dayalı, doğa merkezli süreklilikçi yaklaşım", diğeri ise Demokritosçu ve Epikürosçu yaklaşımlar tarafından temsil edilen "parçacıkçı yaklaşım"dı. Nizam, inayet, gayelilik ve süreklilik gibi kavramlar üzerinden ilerleyen birinci yaklaşıma karşılık, parçacıkçı yaklaşımın düzensiz, inayetten ve içkin akli ilkelerden yoksun, dağınık bir evren fikri vadettiği düşünülmekteydi. MS. 2. yüzyılda yaşayan Roma İmparatoru Markus Aurelius Meditasyonlar kitabında iki yaklaşımın özelliklerini tam da bu şekilde vaz etmişti. Parçacıkçı yaklaşımın bazı yorumlarında inayet, şeylere içkin tanrısal güçler ve gaye o denli dışlanmıştı ki MÖ. 1. yüzyılda yaşayan Lukretios parçacıkçı tutumu "her şeyi tanrının iradesiyle açıklamaya kalkan" sahte izahları bertaraf etmenin ve "tanrıların eli olmadan varlıkların nasıl oluşup var olduklarını" açıklayabilmenin yegâne yolu olarak takdim ediyordu.
Bunu nasıl yapacağı sorulduğunda ise evrende açıklamasız hiçbir şeyin bulunmadığını söylüyor ve bu açıklamalar için fiziksel evrenin kendisinden daha fazla bir şeye müracaat etmenin gereksiz olduğunu iddia ediyordu. Bunu yaparken parçacıkçı gelenek doğa merkezli nitelikçi tutuma bir açıdan üstün olsa da daha önemli bir açıdan onun karşısında zayıf kalıyordu. Parçacıkçı modelin üstün olduğu veya üstün göründüğü iki taraf vardı: Fiziksel evrende gözlemlediği tüm doğal fenomenleri birincil niteliklere indirgeme yoluyla izah etmek isteyen nitelikçi tutum, birçok doğal fenomenle ilgili böyle bir indirgeme yapamadığı için onları açıklanamayan garip özellikler (idiotes – acayip/garâib hâssalar) sayıp olağan bilimsel izahın dışında tutarken, parçacıkçı yaklaşım açıklanamayacak hiçbir şey bulunmadığını söylüyor ve nitelikçi yaklaşımın açıklanamaz saydığı fenomenlerin tamamını parçacıklar arası ilişkilere müracaat ederek açıklamaya teşebbüs ediyordu. Bu minvalde, sözgelimi nitelikçi modelin mıknatısın manyetik çekim özelliğiyle ilgili bir izah veremediği yerde parçacıkçı yaklaşımın mıknatısın neden çektiğiyle ilgili uzun uzun izahlar getirdiğini görebilirsiniz.
İlahi adet terimi kelam tarihi boyunca farklı anlamlar kazanıp sürekli kavramsal dönüşümlere uğrasa da en azından erken dönem kelamı açısından şu anlama geliyordu: "Tanrı'nın fiillerinin, âlemdeki etkilerini düzenli bir şekilde takip edebildiğimiz sürekli yapısı".
Peki, parçacıkçı yaklaşım bunu nasıl başarıyordu? Parçacıkçı yaklaşımın varsayılan üstünlüğünün ikinci boyutu bu sorunun cevabında yatıyordu. Parçacıkçı filozoflar gözlemlediğimiz tüm özellikleri bir şekilde atomların biçimlerine, dizilişlerine, birleşmelerine, ayrılmalarına, yoğunluklarına, boşluktaki hareketlerine ve ivmelerine bağlayabiliyordu. Bu tür izah teşebbüslerinin en bilineni Demokritos'a atfedilen, dilimizdeki tatlılık hissinin yediğimiz şeyin atomlarının yuvarlak olmasına ve bu yuvarlak atomların dilimize tam olarak oturmasına bağlanmasıdır. Demokritos ekşilik, acılık hislerini de aynı şekilde atomların şekillerine ve bu şekillerin dilimize nasıl oturduğuna bağlıyordu. Burada bizim gözlemlediğimiz ekşilik niteliği, kendisi ekşi olmayan niteliksiz atomlar ile bizim dilimizin mekanik temasına bağlanmaktadır. Bu mekanik ilişki fikri geliştirildiğinde neredeyse sonsuz sayıda şekle sahip sonsuz sayıdaki atomun, neredeyse sonsuz sayıda diziliş biçimi, birbirine tutunma gücü seviyesi, bir araya geldiklerinde yoğunluk derecesi ve hareket hızlarıyla tüm fiziksel evreni açıklama gücüne erişeceği düşünülebilir.
İlk bakışta bu iki durum gayet açık bir şekilde parçacıkçı yaklaşım lehine değerlendirilebilir: Bir modelin açıklayamadığını, diğer model açıklamaktadır; bilimin amacı da açıklama olduğuna göre daha fazla şeyi açıklayan model, tercih edilmeye daha fazla layık olacaktır. Bununla birlikte parçacıkçı tutumun nitelikçi tutum karşısında zayıf olduğu veya zayıf göründüğü nokta, onun açıklayıcılık iddiasını da zayıflatmaktaydı.
- Bu zayıflığın birkaç boyutu vardı:
- 1) Nitelikçi tutumun fiziksel evreni sağduyusal gerçeklik seviyesinde açıklamaya çalıştığı yerde, parçacıkçı tutumun sağduyu evreninde gözleyemeyeceğimiz atomların var olduğunu iddia edip onları açıklayıcı unsurlar olarak öne sürmesi;
- 2) kendileri niteliksiz olan parçaların nasıl olup da niteliklere neden olabileceğini açıklama noktasında mantıksal bir yetersizlik taşıması;
- 3) parçacıklar kabul edilse bile, onlara içkin ya da onları aşkın bilinçli bir ilke olmaksızın onların bu kadar farklı ve birbirini tekrar edecek şekilde düzenli kombinasyonla bir araya gelerek nasıl düzenli bir evren meydana getirebildikleri sorusunun cevaplanamaması.
Birinci problem daha çok gözlemin sınırları ve gerçekliğin boyutları sorunuyla alakalı bir problem olup, atomculuğun geçmişten bugüne daima yumuşak karnına karşılık gelmiştir. Kelamî atomculuğun bu denli üstün görünmesine rağmen neden modern döneme kadar, hem İslam dünyasında hem de Batı'da, nitelikçi model karşısında üstünlük kuramadığı sorusunun cevabı da bu yumuşak karınla yakından ilişkilidir. Diğer iki problem, Markus Aurelius'a atomculuğu kabul etmemiz durumunda evrenin düzen sağlayıcı akli ilkelerden ve inayetten yoksun fiziksel bir yığın gibi görüneceğini söyleten sorunla aynıydı. Atomculuk bu sorunların üstesinden gelemediği için D. Furley'in deyimiyle Antik-Helenistik felsefe gerçek bir kozmolojik krizle yüz yüze gelmişti: Açıklayıcılık iddiası dolayısıyla atomculuğa yönelen bir zihin düzen, inayet ve gaye fikrinden yoksun olduğunu görünce ondan yüz çevirip doğa merkezli nitelikçi yaklaşıma yöneliyor; düzen, inayet ve gaye fikrine sahip olduğu için nitelikçi yaklaşıma yönelen bir zihin de açıklayıcılık iddiasındaki zaaf dolayısıyla ondan yüz çevirip atomculuğa yeniden bakıyordu.
İlahi inayetin atomik gerçeklik seviyesinin hem varoluşunda, hem devamında hem de işleyişinde üstlendiği rol, kelamcılar tarafından güçlü akıl yürütmeler aracılığıyla kanıtlandıktan sonra, inayetin fiziksel açıklamada nedensel bir işlev görmesi mümkün hâle gelmiştir.
Furley bunun tam da Parmenides'in fragmanlarında kullanıldığı anlamıyla krisis olduğunu söyler: "Krisis (karar) işte burada yatar: Bu mu bu değil mi?" (DK 28, B8, 15-16) Kelamî atomculuk kozmolojik kriz için bir tür karar anını temsil eder. İnayetle buluşarak ehlileşmiş mekanizm ve ilahi adet anlayışının sağladığı düzen fikriyle kelamcılar, parçacıkçı ve nitelikçi yaklaşım arasındaki karar denklemini eşitlikten çıkarma gücüne sahip bir müdahaleyle düşünce tarihine giriş yapmıştır. İnayet ve ilahi adet düşüncesi kelamî atomculuğa yukarıda zikredilen iki sorunun üstesinden gelme noktasında avantaj sağladı. Buna göre kendileri niteliksiz olan parçacıkların nasıl olup niteliklere neden olduğu sorusu kelamcılar açısından ilahi inayetle cevaplandı. Buna göre atomculuğu savunan kelamcılar fiziksel altyapı olarak tabir edebileceğimiz parçacıklar seviyesinde ortaya çıkan karmaşık ilişkilerin, sağduyusal gerçeklik seviyesinde çeşitli fiziksel fenomenlere "neden" olduğunu söylüyor; dolayısıyla bu özelliklerle onların ortaya çıkmasını sağlan fiziksel altyapılar arasında açık bir nedensel ilişki kuruyorlardı.
Bu durum Allaf'tan Ebu Haşim el-Cübbâî'ye gelinceye değin kelamî atomculuğun, Helenistik atomculuğa benzer şekilde "açıklayıcı" tutumu devam ettirdiğini gösterir. Bununla birlikte kelamcılar parçacıksal evrenin temsil ettiği fiziksel altyapı ile sağduyu seviyesindeki fiziksel fenomenler arasındaki nedensel ilişkiyi zorunlu bir mekanik determinizm içerisinde kurmaktan kaçındılar. Onlara göre atomik bileşimlerin şu ya da bu şekilde gerçekleşmesi ertesinde şu fiziksel fenomenin ortaya çıkışı nihai kertede daima ilahi inayetin neticesi olarak gerçekleşir. Burada ilahi inayet gerçeklik seviyeleri arasındaki geçişi sağlayan varlık verici fail ilke olarak kendisini gösterir ve fiziksel altyapılarla sağduyusal gerçeklik arasındaki nedensel boşluğu kapatır. İlahi inayetin atomik gerçeklik seviyesinin hem varoluşunda, hem devamında hem de işleyişinde üstlendiği rol kelamcılar tarafından güçlü akıl yürütmeler aracılığıyla kanıtlandıktan sonra, inayetin fiziksel açıklamada nedensel bir işlev görmesi mümkün hâle gelmiştir.
Bununla birlikte bir kez ilahi inayet görüşü kabul edilince, atomculuğun yüzyüze geldiği ve yukarıda zikrettiğimiz üçüncü sorunun mahiyeti değişir. İlahi inayetten bağımsız düşünüldüğünde, atomik ilişkilerin ve nedensel yapının içkin bir doğadan(logos) yoksunluğu düzensiz bir karmaşayla yüz yüze gelmemize neden oluyordu; şimdi atomik ilişkiler ve nedensel yapıyı ilahi inayetle ilişkilendirdiğimizde, bu kez ilahi inayetin âleme yönelik işleyişinde nasıl bir düzen fikri elde edeceğimiz sorunu ortaya çıkar. Çünkü ilahi inayeti kendisine atfettiğimiz Tanrı, özgür iradesiyle fiilde bulunan bir varlık olması hasebiyle Kâdir- i Muhtâr'dır ve inayetin işleyişi hususunda tercih sahibidir. Dolayısıyla böyle bir varlıkla ilgili şöyle bir soru gündeme gelebilir: "Acaba başka türlü tercih edebilir mi?
- Şayet edebilirse fiziksel altyapılar ile sağduyusal gerçeklik arasındaki nedensel korelasyonu istediği gibi bozmaz mı? Böyle olduğu durumda takip edilebilir art ardalık anlamında düzenden nasıl bahsedebiliriz?" Kelamcılar bu soruya ise ilahi adet fikriyle cevap vermiştir.
İlahi adet (âdetü'llâh) terimi kelam tarihi boyunca farklı anlamlar kazanıp sürekli kavramsal dönüşümlere uğrasa da en azından erken dönem kelamı açısından şu anlama geliyordu: "Tanrı'nın fiillerinin, âlemdeki etkilerini düzenli bir şekilde takip edebildiğimiz sürekli yapısı". Bu yapı filozoflarda olduğu üzere Tanrı'yı iradeden mahrum bırakacak şekilde nedensel bir zorunlulukla işlemiyor, bunun yerine bir yandan fâil-i muhtâr tanrı anlayışına diğer yandan filozoflara mahsus doğa fikrinin reddine bağlı olarak Tanrı'nın bu yapının dışına çıkabilmesini mümkün gören (tecvîz) bir yaklaşımı da içeriyordu. Bununla birlikte burada âdet terimi, rastgelelikten ve hemen her şeyin olabileceği bir dünya fikrinden çok ilahi inayetin Tanrı'nın değişmez ezeli ilmine bağlı bir şekilde düzenli art ardalıklarla süreklilik içerisinde gerçekleşmesi manasına gelir. Böylece ilahi adet anlayışıyla kelamcılar, ilişkili oldukları atomcu geleneğin yüz yüze kaldığı "düzensizlik ve öngörülemezlik"a ithamına karşı "düzeni ve öngörülebilirliği" elde etmiş; diğer taraftan rakip oldukları felsefe geleneğinin tanrısal iradeyi ilga eden "nedensel zorunluluk" fikrine karşı da hem metafizik hem fiziksel seviyede "olumsal zorunluluk"u ortaya koyma imkânına kavuşmuşlardır.
Bu iki adımın kelamcılara Helenistik atomculuğa ait ikinci ve üçüncü zaafı dışta bırakan bir parçacıkçı yaklaşım ortaya koyma imkânı verdiği söylenebilir. Bu sayede kelamcılar mekanizmin sağlayamadığı ontolojik geçişleri ilahi inayetle, parçacıkçı modele ait karmaşa ve düzen zaafını ise ilahi adet düşüncesiyle aşmıştı. Özellikle erken dönem kelamcılarının, bu ilkeleri muhafaza etmek suretiyle, atomcu tutumun nitelikçi tutuma karşı üstün olduğu yönleri de koruduğu düşünüldüğünde, bu kez şu soru gündeme gelir: Kelamî atomculuk kozmolojik kriz için neden bir karar anını temsil etmedi de ortaya çıktığı dönemi takip eden bin yıl boyunca Doğu'da ve Batı'da doğa merkezli nitelikçi yöntem hâkim olmaya devam etti? Bu sorunun cevabı atomcu ve nitelikçi tutumların sağduyusal gerçeklik seviyesiyle münasebetlerinde yatıyor. Önümüzdeki yazıda, sadece kelamî atomculuğun değil, genel olarak atomculuğun sağduyusal gerçeklikle imtihanını tartışacağız. Bu tartışmanın ayı zamanda ilahi âdet fikrinin İslam düşünce tarihindeki dönüşümüyle alakalı ipuçları da barındıracağını şimdiden belirtmiş olalım.